14 Nisan 2010 Çarşamba

Kuzuşimo, Mesleki İngilizce ve Okuma Tembelleri

Kuzu ile bugün okulda rastlaştık, elinde dosya içinde notlar... Ne sınavı diye soru verdim hemencecik bizim Banks and Financial Institutions sınavı arifesinde, Mesleki ingilizce diye cevap verdi. Oh dedim ne güzel bizim de öyle olsa ders, tadından yenmez. Tabi tam içeriği de bilmiyorum, meğersem sonradan öğrendim bol bol makale okumaca üstüne yazılar yazmaca, bol bol okumaca daha fazla okumaca... Bir baktım ki Foucault, Horkheimer, Adorno... Hepsi ayrı ekol, hepsi ayrı otorite... Ne güzel kız dedim, biz okumak için götü yırtıyoruz böyle şeyleri sınavlar arasında, siz bunu ders olarak görüyorsunuz. Alınan ders bizzat kişiyi gelişme götürecek nitelikte.

Bir de bizim bölüme bakıyorum, insanlar iki tutam yazıyı okumak için bin dereden su getiriyorlar, yapmadıkları naz kalmıyor. Ne için peki bu? İngilizce iktisat öğrencilerinin ingilizce makale okumama inadı. Sınavlar öncesine ezberlenen bilmem kaç tane formül ve kavram, daha sonra sorulduğunda ne olduğu ya da ne işe yaradığı dahi bilinemeyen ve nerden geldiği muamma olan on yüz bin baloncuk şey. Ezberlemek ve öğrenmek arasındaki savaş, ezber lehine gidedursun bizim öğrenciler okuma tembeli mi, okuma özürlüsü mü desem bilemedim.

"İngilizce"yi sadece CV lere koymalık ve bir pazarlama metası olarak gören güzelim bölümüm öğrencilerine buradan selam ediyorum. Sonra biz ezber yapıyoruz, biz öğrenmiyoruz, hoca öğretemiyor bik bik bik ... Her vize ya da final sonrası bu muabbet dönmekte ama kimse ağa biz de biraz farklı şeyler yapsak da farklı kaynaklardan çalışsak etsek, kendimizi hem entelektüel açıdan geliştirsek, ama yok yok yok...

Biz ki sosyal bilimlerde ekonomi öğrencileriyiz, bir sosyolojiyi, bir piskolojiyi sadece üniversiteye giriş sınavı ve kolayca geçmelik görülen seçmeliler için çalışılmaktan daha nitelikli işler için kullanmalıyız. Ekonomide tüketicilerin eğilimlerini yani insan eğilimlerini, tercihlerini anlamak ve açıklamak için bilmem hangi kitabın bilmem kaçıncı sayfasındaki arz talep eğrisinden çok daha fazlasının gerektiğini. Yeni şeyler üretmek ya da türetmek için daha fazla kaynaktan faydalanmalı, daha fazla sorup daha fazla neden diye sormalıyız.

Ya da boşverin, İngilizce bölümde Türkçe okumak ve araştırmak için götü yırtıp; İngilizce gelince hemen Türkçesi yok mu diye sorup, üşengeçlikten götümüz yosun tutup terden pişik olana kadar kendimizi geliştirmek için hiç mi hiç uğraşmayalım

Neme lazım sonra kızlarımızın göz altı torbaları mor olur da kimse almaz olanları, erkeklerimizin saçları dökülür sonra kel kalıverirler de kızlar beğenmez evde kalırlar.

Aferin size çok iyi düşünmüşsünüz...





P.S: Bir alıntı "Allah'ım yarattın bari takip et..." (sözlük camiası)

Futbol Aşkı

hakkında ne denirse densin daha fazlasıdır futbol. bir spordan çok daha fazlası... kelimelerin yetmeyeceği bir şey. sevgili kadar sevilen... bir yaşam tarzı belki de. sadece tuttuğun takımın taraftarı olmak, fanatiklik filan bunları geçiyorum, sadece futbol... ayakla topun sevişmesidir futbol, öyle hoyratça değil. önce ön sevişmeleri vardır, ufak usul dokunuşlar... ahenkle dans etmek top ile; sonra pas atmak başkasına sevişirken pozisyon değiştirir gibi ve sonra yine ve yine...

kimi zaman seksten daha zevklidir futbol; o paslar filan ayrı bir zevktir, o tribünler ayrı bir çoşkudur. bir dini ibadetten daha çok birleştirir futbol ve bir savaştan daha fazla kan akıtır kimi zaman. bir hayat felsefisidir futbol, bir yaşam biçimidir. kaç şey vardır sevgili ile görüşmemek için ya da okulu kırmak, ya da kaç kere ertesi günkü finalin mnkym dersiniz, ha söyleyin kaç şey için.

futbol bir karnavaldır; her ülkede her şehirde devam eder, hiç bitmez. kaç tiyatro eserini bu kadar dikkatli izlersiniz ki ya da operayı. her saniyesinden en çok zevki alarak ve coşarak... her şeyle ortak noktası vardır futbolun; yemek, hayat, satranç, ders, savaş... her şeyi içine alır ama her şeyden daha başkadır da.

sadece ayaktan daha fazlasıdır futbol; sadece topa vurmak değildir, beyin olmadan oynanmaz futbol. dan dun topa vurmalar değildir futbol. takım oyunudur futbol, sadece çalım değildir ve sadece 22 kişinin bir topun peşinden bir oyun olarak görmek futbolu, en büyük hakarettir ona karşı. çalım futbolu karnaval haline getirir, taraftarı ateşler, çoşkuyu arttırır.

atılan her gol doğan bir çocuk gibidir; topla sevişmenin bir meyvesidir gol. orgazmdan daha zevklidir gol sonrası atılan o çığlık. kazanmak ve kaybetmek... hiçbir şeyine bile olsa kaybetmek istemez kimse, kazanmak için yapılan o hırs başka nerede yapılır?

kitlelerin afyonu mudur bilemem, ama topa vurmaktan çok daha fazlasıdır. buraya yazılanlardan da, sadece kendi takımının maçını izlemek değildir futbol izlemek, o taraftar olmaktır, fanatik olmaktır.

futbol bambaşkadır, futbol aşığı olmaksa daha da başka.

sevgiliye ne kadar aşıksam futbola da ayrı bir aşığım.

futbol aşktır, ve o hiç bir zaman aşkınızı karşılıksız bırakmaz.

Hastalardan Öğrendiklerim

http://benbugunbunuogrendim.blogspot.com/ adresinden ulaşabileceğiniz bir site. Hoş sohbet bir doktorun muayeneye gelen hastalarla yaptığı diyalogları "böyle de bir anım olmuştu, paylaşmak istedim edasıyla" yazıyor. Çok da güzel oluyor ama, hem öğretiyor, hem güldürüyor, bazı bazı düşündürüyor. Doktorun odasından canlı yayın kıvamında, her yazı ayrı bir bölüm, her yazı ayrı bir öğretici.

Şiddetle tavsiye etmekteyim bu blogu; iddia ediyorum her okuyanın bilmediği bir yazı, yeni bir şey çıkacaktır. Eğer çıkmazsa paranızı iade ediyorum... (;

12 Nisan 2010 Pazartesi

Pisuvardaki sineğin işlevselliği

Her ne kadar Türkiye'de birkaç senedir yer alan ve daha önce başka ülkelerde de yapılan bir uygulama olasa da, insan psikolijisini helaya yansıtan tasarımın yaratıcılığı hakkında konuşmamak olmaz. Dokunsan patlayacak mesaneyi boşaltmak için en yakın pisuvara gidildiğinde- her mekanda yok ama olanlar için- çıkarıp işleme başladıktan sonra farkedilen sinek deseninin üstüne işeme eyleminin bünyede yattığı haz... Yaratıcı bir düşünce olmakla beraber yapılması ile ilgili bir iki neden var ortada.

Pisuvarda herhangi bir yabancı cisme karşı insanların tutumu. Sadece son iki üç senedir alışveriş merkezlerindeki sineklerden bahsetmiyorum. Okulda olsun halka aşık alanlarda olsun, naftalin, sakızi sigara gibi her türlü katı maddeyi vurarak eğlenmek için uğraşlarına kalıcı bir çözüm getirilmiş. İster istemez lan şunun üstüne iki sıkayım sendromu yaşıyor.

Temizlik şirketleri içinse bu bir avantaja dönüşmekte. Özellikle belirli bir nokta üstüne yoğunlaşan kullanıclardan dolayı pisuvar ve çevresini temizlemekte kullanılan malzemelerde tasarruf sağlanmış. "İşletmeciler, yerli ve yabancı turistlere yenilikler sunabilmek için adeta birbiriyle yarışırken, bodrum turgutreis'te bulunan yasmin resort otel yetkilileri geçtiğimiz sezon tasarruf amaçlı bir uygulama başlattı. mizahi yönden müşterilerin ilgisini çeken bu uygulama aynı zamanda bir sezon boyunca temizlik malzemesi kullanımından %30 ile %40 arasında tasarruf sağlıyor." Biraz googlelayınca farklı bir kaç kaynaktan bu haberin devamına ulaşmak mümkün eski bir haber sayılır zaten. Neyse konumuza dönelim...

Bu uygulamanın psikolojik ve tasarruf kısımlarını saymazsak erkeklerin bilinçaltında şiddete ne kadar meyilli olduklarını da tespit etme imkanına erişebiliriz. özellikle ülkemizde silah ve ilgili olan şeylere yatkınlık, bununla beraber hedefi vurma konusundaki üstün uğraşlarımız buna kanıt. Pisuvardaki sinek ya da bugünlerde kale ve top uygulaması ile her seferinde hedefi vurarak, sağlam bir atıcı olma hazzını tatmaya çalışmak işeyen kişiye fazladan bir zevk vermekte.

Bence o sinekleri pisuvar kullanıcılarını denek olarak kullanmak için koydular oraya. Yaptıkları psikolojik deneyler için çişe giden masum vatandaşı hedef seçmişler. Habersiz bir halde işerken önemli deneylere kobay olunuyor, hakkınızı arayın ey pisuvar severler; kendinizi kullandırtmayın.


11 Nisan 2010 Pazar

WW1 and Kant's Perpetual Peace

From the beginning of the history, historical events are linked with international relations theories. Each theory gives a perspective for the reasons and results of those events. Moreover some international relations movements are based on some past theories. For example the origin of the realism depends on Thucydides from ancient Greece. Liberal internationalism is also one of those IR theories and it explains after World War I international relations. But when we look closer at after war relations, liberal internationalism is based on an older thinking and the origin of liberal internationalism is Kant’s Perpetual Peace. In this study I will try to explain the relations after period of World War I as liberal internationalism with a perspective of Kant’s Perpetual Peace.

Before understanding after war period and thinking of liberal internationalism, we should understand the early period of WWI and the conditions of Europe before WWI and for this case 19th century is important for this case. By the beginning of the 19th century there was industrialization race in Europe and leader of this race was Britain. Britain had almost finished its industry movement and was looking for new colonies to gain more power. During the 19th century Britain built up a great overseas empire in Oceania and at the end of this century they had the control over some of the Africa countries such as Egypt, Sudan, Kenya and Nigeria. But although Britain was the richest and most powerful nation in the world In the middle of the 19th century by the end of this century, Britain lost its relative power against other European states; other countries began to catch up, especially France and Germany. In this case France takes and important role for being an ally of Britain and Russia.

France was a fresh state of this century because of the French Revolution. In the late 19th century industrialization in France continued and they caught up Britain. In 1892 there was a Franco-Russian alliance which was made against supremacy of German Empire in Europe. In this century France was building up its military industry against for a treat of Germany.

The third foot of the Triple Entente was Russia. Russia’s joint to this alliance was as a result of triple alliance of German Empire, Italy and Austria-Hungary. After this alliance Russia was vulnerable and it likely to came near Britain and France. Also the aim of getting power on warm sea was another reason for Russia to having alliance with France and Britain. In this century also Russia had started ethnic movement among Slavs against Ottoman Empire in the eastern regions of Europe.

Against this triple entente, there was a triple alliance among German Empire, Italy and Austria-Hungary. Later on Ottoman Empire would be joining this alliance at the beginning of the WWI. German Empire was the largest and most powerful state in this alliance and also in the continent Europe. But the most important date for German history is the unification of Germany by the leadership of Prussia in 1871. In the late of 19th century Germany industrialized rapidly and by the end of the century it began to rival Britain as an industrial power in Europe. In 1879 Germany signed the Dual Alliance with Austria-Hungary against a possible treat from Russia. Also in this century by the growth of industrialization of Germany, its military and economic power was also improved and especially German navy began to be a treat for the most powerful navy of Britain. Moreover this race between Germany and Britain jumped on the colonization and Germany tried to get colonies for its raw materials.

Austria-Hungary was the second state of the triple alliance and had important relationships with Germany. Dual Alliance with Germany was an alliance against for a possible Russia attack and neutrality against other European powers such as France.

Italy’s joint this dual alliance was the lost in the competition with France to get colony in Tunis. But opposite to Germany and Austria-Hungary, Italy did not attack on Triple Entente and stayed neutral. Furthermore Italy left the Triple Alliance and declared war on Austria-Hungary and a year later on Germany after WWI.

19th was a recessional period for Ottoman Empire however it had still power and was a strong faction in that area. Ottoman Empire’s joint in Triple Alliance was a result of losing provinces in east Europe after Balkan Wars and the sympathy of the government and upper military class to the Germany. This alliance would be the beginning of the end for the Ottoman Empire.

Although America was out of the continent, she had effect on course of the war. America in the 19th century was relatively young country in the world and she was trying to be neutral to all factions, had been trading with nations involved in the war. But after an attack on Lusitania; civil chip was sunk in 1915; America decided to enter war with some preconditions were known as Wilson’s 14 points.

In this case Wilson’s fourteen points are in our interest and I want to talk about these fourteen points with a comparison of Kant’s Perpetual Peace. Fourteen points are principles for a view of a post-war world that could avoid another terrible conflict. Wilson claimed that “We entered this war because of violations of right had occurred. What we demand in this war, therefore, is nothing peculiar to ourselves. It is that the world be made fit and safe to live in; and particularly that it be made to safe for every peace-loving nation which, like our own, wishes to live its own life, determine its own institutions, be assured of justice and fair dealing by the other peoples of the world as against force and selfish aggression”1. In the origin these fourteen points are for the benefit of the whole world and we can see the signs of idealism in this case. Now I want to write the fourteen points of Wilson. “

  1. Open covenants of peace, openly arrived at, after which there shall be no private international understandings of any kind but diplomacy shall proceed always frankly and in the public view.
  2. Absolute freedom of navigation upon the seas, outside territorial waters, alike in peace and in war, except as the seas may be closed in whole or in part by international action for the enforcement of international covenants.
  3. The removal, so far as possible, of all economic barriers and the establishment of equality of trade conditions among all the nations consenting to the peace and associating themselves for its maintenance.
  4. Adequate guarantees given and taken that national armaments will be reduced to the lowest point consistent with domestic safety.
  5. A free, open-minded, and absolutely impartial adjustment of all colonial claims, based upon a strict observance of the principle that in determining all such questions of sovereignty the interests of the populations concerned must have equal weight with the equitable claims of the government whose title is to be determined.
  6. The evacuation of all Russian territory and such a settlement of all questions affecting Russia as will secure the best and freest cooperation of the other nations of the world in obtaining for her an unhampered and unembarrassed opportunity for the independent determination of her own political development and national policy and assure her of a sincere welcome into the society of free nations under institutions of her own choosing; and, more than a welcome, assistance also of every kind that she may need and may herself desire. The treatment accorded Russia by her sister nations in the months to come will be the acid test of their good will, of their comprehension of her needs as distinguished from their own interests, and of their intelligent and unselfish sympathy.
  7. Belgium, the whole world will agree, must be evacuated and restored, without any attempt to limit the sovereignty which she enjoys in common with all other free nations. No other single act will serve as this will serve to restore confidence among the nations in the laws which they have themselves set and determined for the government of their relations with one another. Without this healing act the whole structure and validity of international law is forever impaired.
  8. All French territory should be freed and the invaded portions restored, and the wrong done to France by Prussia in 1871 in the matter of Alsace-Lorraine, which has unsettled the peace of the world for nearly fifty years, should be righted, in order that peace may once more be made secure in the interest of all.
  9. A readjustment of the frontiers of Italy should be effected along clearly recognizable lines of nationality.
  10. The peoples of Austria-Hungary, whose place among the nations we wish to see safeguarded and assured, should be accorded the freest opportunity to autonomous development.
  11. Romania, Serbia, and Montenegro should be evacuated; occupied territories restored; Serbia accorded free and secure access to the sea; and the relations of the several Balkan states to one another determined by friendly counsel along historically established lines of allegiance and nationality; and international guarantees of the political and economic independence and territorial integrity of the several Balkan states should be entered into.
  12. The Turkish portion of the present Ottoman Empire should be assured a secure sovereignty, but the other nationalities which are now under Turkish rule should be assured an undoubted security of life and an absolutely unmolested opportunity of autonomous development, and the Dardanelles should be permanently opened as a free passage to the ships and commerce of all nations under international guarantees.
  13. An independent Polish state should be erected which should include the territories inhabited by indisputably Polish populations, which should be assured a free and secure access to the sea, and whose political and economic independence and territorial integrity should be guaranteed by international covenant.
  14. A general association of nations must be formed under specific covenants for the purpose of affording mutual guarantees of political independence and territorial integrity to great and small states alike”2.

When we look at the points, we can see the signs of “liberal internationalism”. Liberal internationalism is a “Foreign policy that liberal states should intervene in other sovereign states in order to pursue liberal objectives”3. If we explain in detail, liberal internationalism says that states should keep in touch. By making a global structure provides the liberal conditions for the state and encouraging the democracy. According to liberal internationalism an organization should be found to provision of the peace in world wide. Especially the foundation of a worldwide organization is in the 14th point and also we will see this suggestion in Kant’s Perpetual Peace while we are talking about liberal internationalism.

As we talked above, there was a division in Europe and also between states. The reason of this is the race among states to become the great power. WWI was occurred for this realist movements of states and it lead Europe to go into destruction. After war those fourteen points of Wilson were tried to be applied to provide a world in peace. Especially America and Britain were the brains of this new thought that wanted to end this blood and provide the peace in the world. In the fourteen points we can see that points’ purpose is to ensure the interdependence of the nations.

When we look at the conditions in Europe before WWI we can say that there was an imperial order, such as Britain, Germany and Ottoman Empire; and also the general governing style was depend on undemocratic systems. In the fourteen points we see that there was exertion of making an end to those undemocratic systems. “A firm liberal belief was that the ‘people’ do not war; war comes about because the people are led into it by militarists or autocrats or because their legitimate aspirations to nation hood are blocked by undemocratic, multinational, imperial systems. The rationale is that if all regimes were national and liberal-democratic, there would be no war.”4 Also Kant says that to live in peace “every state should be governed by republic”. He continues as “Republican organization is the only regime that depends on liberty as being human of society member; on loyalty to the law for being governed and on egalitarianism for the ones who are governing, also are the members of the state”5.

Another discussion in fourteen points is about the secret diplomacies between states. As we remember in the first point it says “Open covenants of peace, openly arrived at, after which there shall be no private international understandings of any kind but diplomacy shall proceed always frankly and in the public view”. Before WWI the alliances between states were all in secret and states were likely to come closer with each other to ensure their security. Although there was balance of power, it could not avoid the war. In that case Kant had also theories in Perpetual Peace for providing the peace among countries. He says that any treaty contains secret possible war in future is not a real peace treaty.

Also he argues that every state should guarantee its neighbor’s personal security and it is only possible in a common law order. In that case Kant gives the signs of an organization like League of Nations after WWI. “A general association of nations must be formed under specific covenants for the purpose of affording mutual guarantees of political independence and territorial integrity to great and small states alike” point of Wilson proves Kant’s claim. Kant’s thought about an organization like League of Nation can be seen in his second point of the condition for perpetual peace as “states law must be depend on a committee of interdependent faction”6. Kant claims that there is an absolute equality between states regardless to their power.

Another similarity between Kant’s Perpetual Peace and Wilson’s fourteen points is the thoughts about armament. In Wilson’s principles it says that “Adequate guarantees given and taken that national armaments will be reduced to the lowest point consistent with domestic safety”. As we know; before WWI there was armament race between factions and it was one of the main reason of the war. In that case the reduction of armament is precondition for a peaceful world; in that case Kant’s thoughts in Perpetual Peace show great similarities. He says “permanent armies treat other state as being seen ready for every moment and it encourages them to exceed; and this endless competition makes peace more expensive than a short term war, as a result to reduce this cost a war is indispensable. And if you add the price you pay for people to kill and die; and it is behaving those people as machine, it not acceptable for human right”7.

At last the independence of the colonies of strong state can be shown as a common thought between Kant and Wilson. In the fifth point “A free, open-minded, and absolutely impartial adjustment of all colonial claims, based upon a strict observance of the principle that in determining all such questions of sovereignty the interests of the populations concerned must have equal weight with the equitable claims of the government whose title is to be determined.” According to this point we can show other points which are specified for factions are proof of this point. It is said that nations must decide their own future and other factions must not try to control them. Kant says that “no state must interfere to other states’ main body or government by forcing them”8. He continues as if there is no anarchy in a state; foreign states should avoid to concern with that state; otherwise it is considered as violating of interdependence of that state and also they begin to treat all other states’ interdependence by this way.

As a conclusion liberal internationalism is an international relations movement after WWI period and can be considered as an effort to provide peace in the world. It shows us that all states are constraint to each other and for the permanency of the peace, they all have to act as united; otherwise a possible war is predictable. After war Wilson’s fourteen points and in 18th century Kant’s Perpetual Peace are the biggest proof of this possible peace provision. Although this peace period had run only for around 20 years but when we look today we can see that Kant had foreseen the possibilities and his thoughts are still can be applied in today’s international relations.

REFERENCES

1. The Fourteen Points, Wilson’s Address to Congress, Woodrow Wilson, January 8, 1918.

2. The Fourteen Points, Wilson’s Address to Congress, Woodrow Wilson, January 8, 1918.

3. http:://en.vikipedia.org/wiki/Liberal_internationalism.

4. The Chris Brown & Kirsten Ainley, Understanding International Relations, Chapter2: Development of International Relations Theory in the 20th Century.

5. Perpetual Peace Part II, Immanuel Kant, 1795, translation: Dr. Yavuz Abadan, Seha L. Meray.

6. Perpetual Peace Part II, Immanuel Kant, 1795, translation: Dr. Yavuz Abadan, Seha L. Meray.

7. Perpetual Peace Part I, Immanuel Kant, 1795, translation: Dr. Yavuz Abadan, Seha L. Meray.

8. Perpetual Peace Part I, Immanuel Kant, 1795, translation: Dr. Yavuz Abadan, Seha L. Meray.

Faşizm deneyimi yaşamış milletlerin çalışkanlığı üzerine

yeditepe sözlük'te ilgili bir başlık üzerine yazdığım yazımı burada da paylaşmak istedim.

totaliter ve faşist devletlerin ortak özelliğidir. olayın sadece azim ve hırs kısmından ziyade dönemin koşulları altında icelendiğinde daha doğru varsayımlara ulaşılması mümkün olandır. şöyle ki; almaya bilindiği üzere 1. düya savaşında oldukça ağır bir antlaşma lan versailles antlaşmasına imza atmış ve büyük meblağlarda borç ödemeye mahkum edilmiştir. dönemde başka bir olay ise keynes'in parlama dönemi olup bu dönemde devletlerin ekonomik eğilimlerinde devletçiliğin büyük bir rol oynadığıdır. yine bu devletilerin dönem içerisindeki davranışlarına bakıldığında almanya, italya ve japonya'nın faşist diktatörlükler olması ve genişlemeci politikalar gütmeleridir.

almanya örneğine bakarsak 1. dünya savaşından bu kadar ağır yara almasına rağmen nerdeyse sıfırdan bir dünya devine dönüşmesinde şüphseizki devletçi kapalı ekonominin yeri büyüktür. bundan başka ulusal hedefler doğrultusunda ari bir germen ırkının yaşama alanı oluşturma ve daha sonraki genişlemeci politikalarında bu görülebilir. faşist rejimlerde birey devlet ve birey toplum arasındaki ilişkiler bireylerin önceliğinden çok kurumların ve genelleyici olarak devletin ön planda olduğu ve hakların yerini ödevlerin aldığı bir yönetimsel bütünlük göze çarpar.

yine italya'nın yapılanmasına bakarsak aynı şekilde devletin ön planda olduğu toplumun bütün sınıflarının sınıfsal ayrılıklardan ziyade ortak bir amaç için kenetlendiği ya da buna çalışıldığı bizzat mussolini'nin kendi faşizm tanımı altında rahatlıka görülebilir.

japonya'nın ise asya imparatorluğu kurması ve yine diktatörel rejimi ekonomik yapılanması hakkında bize fiir verebilir. osmanlı'nın son dönemlerinde japonya'nın bizzat tarımsal aktivitelerinin incelendiği ve örnek alındığı bilinmektedir. 2. dünya savaşı öncesinde ve sırasında oratay çıkan bu gücün temelleri asında çok öncesine dayanmaktadır. zira jağonya'nın 1. dünya savaşı öncesinde rusya ile savaşından galip çıktığı ve dünya içerisinde sivrilen bir düç konumuna gelmesi bu durumun açıkça bir göstergesidir.

siyasal rejimlerinin ortak noktalarından başka bu gelişmeyi sağlamak için moral hedefler ve kurallar da şüphesiz ki bu gelişmenin başka bir kanıtıdır. bilindiği üzere japonya'nın asırlardan beri gelen çalışkanlıkları, almanya'nın ari ırk gazları ve italya'nın roma imparatorluğu tekrar hayata döndürme emelleri işin sosyolij boyutuna gözler önüne sermektedir diye düşünemkteyim.

aslında bunu sadece faşist diktatörlük olarak ele almak yanlıştır, zira daha genelleyici totaliter rejimlerin ekonomik aktiviteleri incelendiğinde ki buna rusya'nın 1918 sonrası ve türkiye'nin mustafa kemal'in ölümüne kadar ki süre içerisindeki ekonomik politakalarına da bakıldığında bu tür rejimlerde devletçi kapalı bir ekonomi ve kendi kendine yeterlilik amacı olduğu teşhis edilebilir.

daha da büyük bir genelleme içerisine girersek; değerli para, devletçi ekonomi, ekonomide istikrar bu ülkelerin çabul gelişmesindeki en büyük etken olarak görülebilir. bir diğer ortak noktada almanya, türkiye ve rusya'nın savaştan ağır yaralar aldığıdır. bu da tabi ki ayrı bir inceleme konusu olabilir ama savaş sonrası ülkelerin ekonomileri göz önünde bulundurulduğunda yine devletçiliğin ağır etkileri görülmektedir.



Faşizm üzerine bir deneme

eksik bilgiler yüzünden yanlış tanımlamalara neden olan kavram. herşeyden önce faşizm bir nevi dikatörlüktür, totaliterdir. roma imparatorluğuna dayanan bir tarihi vardır. kelime olarak "fascio" dan gelir ve birlik, beraberlik anlamı taşır. simgesinde bir balta etrafında iple bağlamış odunlar vardır. balta burada devleti ve onun savaşçı ruhunu, odunlarda etrafında destekçisi olan halkı simgeler.

italya zamanında faşizmin doğuşu 1. dünya savaşına dayanır. 1. dünya savaşı sonrası ortaya çıkan idealizm akımı, wilson'un 14 ilkesi filan falan derkene, 1929 buhranından sonra devletlerin genelinde realist akımlar göze çarpmaya başlar ki mussolini de bu dönemde hortlamaktadır. ve yine faşizmin kurucuları arasında eskiden sosyalist, sendikacı, ordu mensupları ve anarşistler vardır. ama daha sonrasında bu adamlar şekil değiştirmekteler ve faşocan olmaktalar. hatta mussolini de eski solculardandır, merak edenler biraz daha ayrıntılı inceleme yapabilirler. hatta bu kardeş ateist filan da takılıyormuş ama sonrasında kilise ile içli dışlı olmakta. neyse konuyu dağıtmayalım.

faşizmdeki husulardan biri, devletin bekası için bireylerin fedasıdır. birey tek başına bir anlam ifade etmez, sadece devlet ile bir anlam kazanır ve sloganı da "herşey devletle, herşey devlet için"dir. nazizmden ayrılan yanı da burada görünmektedir, faşizmde devlet idealleri söz konusu iken, nazizm en başından beri bir parti hareketidir ve nasyonel sosyalive hükümet yangını bunların somut örnekleridir. dahası naziler kendilerini sağlama almak için ss denilen kolluk kuvvetlere ihtiyaç duyarken, faşizmde halk bilinçli bir teslimiyet duygusu taşımaktaydı.

faşizm iddaa edilenlerin aksine ırkçı değildir. ırkçılıktan etkilenmesi nazi hükümeti ile yapılan mihver ittifakından sonra böyle bir davranışa yönelmeleri çeşitli taraflarca kabul edilir, ki ırkçı hareket diye bilinen uygulama antisemitist harekettir ve faşist italya'da böyle bir soykırıma kadar ilerleyen düşmanlık bulunmamaktadır. faşizm ırk üstünlüğüne değil, devlet üstünlüğüne dayanır ki ırkçılık için "racist" diye bir kavram çıkarmış zamanında yabancılar.

he ırkçılık olmaması bu adamlar şiddet yanlısı demek değildir. ileri sömürgecilik mentalitesi ile uyugladıkları politikalarda ki özellikle afrika'ya girmişlerdir bu adamlar. zorla tehcir ve bunabağlı olarak toplu katliamlardan eksik etmemişler, hitler ile sidik yarıştırmışlardır.

faşizmin aşırı milliyetçi olması üste de vurguladığım gibi devletin bekasını en önemli vazife olarak görmeleri ve bireycilikten tamamen kendisini soyutlamasıdır. devlet bekası demekteyiz sürekli, realizmden de bahsetmiştik. şimdi biraz daha ayrıntı atarsak; realizmde devletler bekalarınıdevam ettirebilmek için ağır bir şekilde ekonomik ve askeri alanda üstünlük kurmaya çalışırlar. özellikle ekonomi realizmde çok önemlidir. faşizmin yükselmesine bakarsak 1. dünya savaşı sonrası bozulan ve 1929 buhranında iyice taban yapan ekonominin etkisi görülebilir. faşizm alt sınflara sınıfsız bir toplum vaad etmiştir, nasıldır demeyin sakın evet sosyalizme çok benzemektedir ama sosyalizm sınıf farkını kabul eder ve işçi diktatörlüğünü savunur- marx'a göre-, faşizmde ise sınıf farkı yoktur çünkü önemli olan devlettir ve herkes onun için çalışmalıdır. bu bir sosyal sorumluluktur onlar için, yani bir şekilde halkın zayıf noktasından gazı vermiş faşistler ve halkı peşinden sürüklemiş.

faşizm için bakın mussolini ne demekte. bizzat kendi faşizm tanımından bir alıntıdır; " faşizm, bir dini anlayış olarak kabul edilebilir. bu anlayışta insan, kendini manevi bir cemiyetin parçası olarak kabul eden bir yasa ile ve objektif düşünüş ile, kendi içindeki ilişki ile incelemektedir. işi idare etme politikasında kalan kişi ise faşizm'in dini anlayışının bir hükümet sistemi ve herşeyden önce düşünce sistemi olduğunu anlamıştır."

faşizmin roma imparatorluğundan esinlendiğini söylemiştik, bu yüzden faşizm gelenekselcidir diyebiliriz ki mussolini yine kendi tanımında bu görüşü destekeler. " faşizm bri tarihi anlayış olarak da kabul edilebilir. insan bunun içinde, ortak manevi davanın çözümlenmesinde görev almamış ise bütün milletlerin çalışmalarını birleştirdikleri aile ve toplum, millet ve tarih içinde değilse insan sayılmaz. hatıralarda, dilde, adetlerde toplumun hayatının değer hükümetlerinde geleneklerin önemi işte burada bulunmaktadır. tahini dışında kalan insan bir hiçtir. bu bakımdan faşizm, 18.yy meteryalist esaslara bağlı olan bütün bireyselci görüşlere karşıdır."

faşizm, liberalizme kesin olarak karşıdır çünkü liberalism kişisel faydacıdır, devlet çıkarları öncelik değildir. "devlet dışında insani ya da manevi varlık yoktur, yani hiçbir şey değer taşımaz."

sonuç olarak faşizm devlet odaklı, devletin hep öncelikli plan tutulduğu ve kişisel çıkarların hiçe sayıldığı baskıcı bir yönetim şeklidir. direk mussoli'nin faşizm tanımını tamamı ile okumak isteyen olursa, alıntılarını yaptığım toker yayınlarının faşizm adlı kitabı tavsiye edilir.

Uluslararası İlişkiler Ders Notu- 1900-1945 dönemi

Bu dönem 1. ve 2. Dünya Savaşlarının yaşandığı dönem olarak göze çarpıyor. Bu iki savaşı ayrı dönem olarak alınmaması ve bir bütün olarak incelenmesi konusunda bir düşünce var ki bunun nedeni çoğu teorisyenin bu dönem iki savaş arasındaki dönem olarak tanımlamaları. Önceki yazıdaki güç dengeleri ile alakalı olarak gözlemlenebilecek bir süreç. Almanya'nın 19. yy sonunda tam anlamı ile birlik sağlaması, ve İngiltere'yi saymazsak - kara avrupasında yer almadığı için- Avrupa'daki en büyük güç olması önemli yerler. Endüstriyelleşme sürecini bitirip, hammadde ve sömürgecilik faaliyetleri de söz konusu olsa da 1. Dünya Savaşı'nın asıl nedeni olarak güç gösterisinin dışa vurumu en önemli sebep.Bu güç yarışı öncesindeki Alman sorunsalını tam anlamak için Chapter 3'teki Box3.3 The German Problem kısmına bakmak faydalı olacaktır. Yine aynı sayfadaki Key Points kısmına bakılmalı.

Savaşın nasıl başladığı ve süreci anlatmayacağım zira yeterince bu konu hakkında her sene ilgili derslerde konuşulmuş olması lazım. Buradaki asıl önemli kısım savaş sonrası Versailles antlaşması ve Wilson'un 14 ilkesi. Bu ilkeler ve antlaşma dahilinde önemli olan iki husus self determination, league of nations ve akım itibariyle idealizm.

self determination svaş sonrasında halkların kendi kaderini tayin etme durumu. özellikle çok uluslu devletlerin içerisinde yer alan etniklere ayrı özgür bir devlet kurma hakkı verilmesi gündeme geliyor bu madde ile. league of nations da milletler cemiyeti olarak geçiyor ve idealizmin temelinde yer atan devletlerin anarşik olan uluslararası arenada birleşmesi ve barışın sağlanması yönünde bazı haklarından vazgeçerek üst bir otoriteye bağlılık göstermesi anlamı taşıyor. savaşların azaltılması ve dünya barışı için gereklilik olarak gösteriliyor ki 1. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan idealizm akımı 1929 büyük buhranına kadar olan süreçte etkin halde.

1929 sonrasında ise idealizmin işe yaramadığı ve liberal ekonominin getirdiği buhran sonrası başta Almanya olmak üzere genişlemeci ve totaliter eğilimler söz konusu. Hitler Almanya'sı, Mussolini İtalya'sı, Franco İspanyası, Japonya ve Avusturya bu dönemki totaliter ve çok kullanılan deyim ile Faşist diktatörlükler. Özellikle İtalya, Almanya ve Japonya 2. Dünya Savaşı sırasında adından söz ettiren devletler içerisinde yerleri alıyorlar. Notlarda ilgili chapter'da sayfa 56, 57,58, 66, 67, 71 ve 72 özellikle okunması gereken yerler olarak özetlenebilir. 1929 sonrası dönemde ise idealizm yerine tekrardan realist akım ortaya çıkıyor. Etiketler kısmında ilgili kelimelerin üstüne tıklayarak konu ile ilgili diğer yazıları okuyabilirsiniz.


Uluslararası İlişkiler Ders Notu- Balance of Power

Balance of power, yani güçler dengesi... Bir önceki özetimizde uluslarası ilişkleri gelişimi hakkındaki yazıda bu konu hakkında yazmıştım. Şimdi daha detaylandıracağız orada yazdıklarımızı. güç dengesi politikası uluslararası ilişkilerde bir coğrafya içinde bir ülkenin açık bir tehdit oluşturması durumunda diğer devletlerin kendi menfaatlari doğrultusunda ittifak oluşturmaları ve o devlete karşı tavır almalarıdır. 1640'larda anti-Habsburg hareketi, 18.yy sonunda Fransa'ya karşı İngiltere, 1. Dünya savaşı öncesi Almanya'ya karşı İngiltere ve Fransa ile 2. Dünya Savaşı'nda ABD'nin rolü uluslararası ilişklerde bu güç dengesinin en somut örnekleridir. Notlarda ilgili sayfalarda chapter 3'te 54. sayfadaki "German's bid for world power status", chapter 2'de sayfa 43 ve 44 ilgili konularda size yardımcı olacaktır. Genel olarak güç dengesi bu şekildedir, daha detaylı bilgi için yukarıdaki sayfaların gözden geçirilmesi kavramın tam olarak anlaşılmasına yardım edecektir.

Biraz daha detaylandırmak gerecek çünkü chapter 6 sadece bu kavramla ilgili bir konu o yüzden biraz daha açalım. Güç dengesi için bir ülkenin açık bir tehdit oluşturması lazım dedim, bunun için elbette ki savaş hali olması gerekmekte. Güç dengesi ve savaş birbirini tamamlayan kavramlar. Chapter 6'da sayfa 99'da son paragraf ve sayfa 100'deki devamı tarihten örnekler vermiş, yine sayfa 103 okunması gereken bir diğer kısım notlarda. Morgenthau'nın güç dengesi ile ilgili düşünceleri var, ki bu kişi uluslararsı ilişkilerde "realist" ekolün bir düşünürü. Realist ülkelerin kendi çıkarları doğrultusunda, ortaya çıkan bu büyük dış tehdidi bertaraf etmek için kendi aralarında geçici bir dayanışmaya gitmeleri olarak nitelendiriyor. Kısaca bu durum için düşmanımın düşmanı dostumdur ilkesi demek doğru olacaktır sanıyorum. Bu konu hakkında yazılacaklar özetle budur. Dahası için ilgili yerleri okumak daha çok detay isteyenler için faydalı olacaktır. Ve son olarak da yine chapter 6'da sayfa 97'ye göz atmak iyidir.

4 Nisan 2010 Pazar

Türk Dış Politikası Ders Notu- DP dönemi Dış Politikası

Bu dönemdeki dış politikasının ilk yıllarını önceki yazıda belirttik. Türkiye'nin NATO üyeliği, Truman Doktrini ve Marshall Planı yardımlarından konuştuk, Türkiye'nin Ortadoğu ve Batı için stratejik yerini yorumladık. Bu yazıda William Hale'in dönem ile ilgili yazısından, o dönemin kanaatımca ilginç yerlerini yazacağım.

1953 sonrası Stalin'in ölümünden sonra Rusya'nın Türkiye'ye tavrında yumuşama söz konusu. Rusya bu dönemde dış politikasında stratejik bir değişime gidiyor ve Batı ile karşı karşıya gelmektense 3. Dünya olarak tabir edilen ülkelerle temas halinde olup buralarda kendine yandaş aramaya çalışmakta.

Rusya Türkiye ile ilşkilerin ılımlılığı 1956 yılında Montreux Sözleşmesi sona erdiğinde, fesih ya da değişiklik konusunda bir konuşma yapmaması ve 27 Mayıs darbesinden sonra Türk hükümetine teklif edilen 500milyon dolarlık yardım programı ile gözlemlenebilmekte; lakin Türk tarafı, yönetim değişikliğinin Batı sempatisinden ödün vermedğini kanıtlamak için bu yardımı geri çeviriyor.

Türkiye 48den sonra 1964'e kada rolan süreçte 2milyar dolarlık yardım ABD tarafından sağlanmış. 1950lerde Türkiye ihracatı 320milyon ve ithalatı 400milyon dolar. Çok kısa bir sürede bu kadar hızlı bir iktisadi büyümenin kaynağı şüphesiz ki bu yardımlar.

Daha önceki Bağlantısızlar ve Türkiye ilişkileri yazısında yine bu dönele ilgili dış politikaların genellemesini yapmıştık. Burada sözü daha fazla uzatmadan Kıbrıs sorunu ve Türkiye konusuna değinmek istiyorum. Bu dönem ile ilgili son olarak bilinmesi gereken ama buraya yazmayacağım MEDO ve CENTO ile Bağdat Paktları.

Türk Dış Politikası Ders Notu- 1945-1952 Türk Dış Politikasına Genel Bakış

Bu dönem Türkiye, 2. Dünya Savaşı sırası ve sonrasında iyice beliren Sovyet tehdidinden kurtulmak için batıya yönelim içerisinde. Sovyetlerin 2. DÜnya Savaşı sonrasında boğazlar bölgesini denetim altına almak gibi bir amaçları var ve bunu zaman zaman göstermekten çekinmemektedirler. 45 sonrası Türkiye bu tehdit karşısında İngiltere ile olan antlaşmasından ümit etmekte lakin İngiltere'nin o zamanki gücü Türkiye'yi Rusya'ya karşı destekleyecek durumda değil. Olası bir savaşta Türkiye'nin tek başına kalması içten bile değil, ki bu yüzden ABD ile ilişkilerin başlatılması ve bu ülke ile müttefik olma çabası içerisinde Türkiye. Sovyetlere karşı gerekli askeri ve mali destek için Batı'nın yardıma ihtiyaç duyulmakta.

45-47 arasındaki süreçte Sovyetlerin Bulgaristan ve İran Azerbaycan'ına asker takviyesi ABD başkanı Truman'ın dikkatinden kaçmıyor, Türkiye ve Yunanistan'a karşı açık bir tehdit olarak görülen bu hareketlere karşılık, ABD Türkiye yanında yer aldığını göstermek olarak yorumlanacak bir harekete imza atıyor ve 1946'da vefat eden büyükelçi Mehmet Ertegün'ün naaşı USS Missouri zırhlısı ile Türkiye'ye getiriliyor ve ABD Rusya'ya karşı büyük biraderi oynamaya başlıyor. 1947 yılında Truman Doktrini olarak bilinen bir söylev ile Türkiye ve Yunanistan'a destek konuşması yapılıyor.

TRUMAN DOKTRİNİ

Türkiye ve Yunanistan'a Rusya'ya karşı kendilerini korumaları ve kendi çıkarları adına da bir tampon bölge uygulaması adına 400milyon dolarlık bir yarım paketi çıkarılıyor. 300milyon dolarYunanistan'a, 100milyon dolar ise veriliyor. ABD'nin Türkiye'nin arkasında olduğu bir kez daha beliriyor. Bu yardımın içeriği daha çok malzeme olarak verilmekte bu arada. Savaş sonrası askeri malzemelerin ABD'ye geri götürülme maliyeti yerine yardım amacı ile Türkiye'ye verilmesi daha uygun bulunmakta, bu da ek bir bilgi.


MARSHALL PLANI

1948 yılından itibaren Türkiye'nin almaya başladığı bir yardım paketi. OEEC ve OECD üyesi olan Türkiye 183milyon ekonomik ve 200milyon askeri yardım alıyor bu Avrupa Kalkınma Programı adı altında. Kasım 1948'te Türkiye NATO'ya müracaat ediyor ama başarısız olunuyor. Sovyetlere karşı korunmasına rağmen paktın dışında tutulmak Türkiye için bir sorun.

NATO ve TÜRKİYE

Dönemin Truman hükümeti Türkiye'yi Avrupalı'dan ziyade Ortadoğu'nın bir projesi olarak görmekte ve bu yüzden milli çıkarlar bakımından İngiltere'nin daha ön planda olmasını istemekte. Bu yüzden İngiltere Türkiye'yi NATO yerine İngilizlerin denetimindeki bir Orta Doğu savunma sistemi içersine dahil etme niyetindeler. Türkiye olası bir sistem içerisinde girmek için ön koşul olarak NATO üyeliği istemekteydi. 1950'de patlak veren Kore Savaşı sırasında Türkiye ve Yunanistan'on stratejik durumu tekrar tartışma konusu olarak ABD hükümetinde yer buldu. Dönemin hükümeti- ki artık DP hükümeti baştadır ve liberal izlenimi ile ABD'ye oldukça yakın bir hükümettir.- NATO üyeliği elde edebilmek ve batıya bağlılık göstermek adına Kore'ye asker yollama fikrini ortaya atmıştır.

Türkiye'nin NATO üyeliğine karşı çıkan ülke olarak İngiltere'yi görmekteyiz. O sıralarda Orta Doğu için bir komutanlık görevi vermek istemekte. 1952'de Türkiye NATO'ya üye oluyor. Türkiye'nin stratejik önemini ve bu bağlamdaki dış politika taktiklerini bir kez daha yorumlarsak Sovyetlerin Orta Doğu ve Akdeniz'i ve dolayısı ile Batılı devletlerin buralardaki çıkarlarını tehdit etmesi, ve yine komünizm tehlikesinin 1949'da Yunanistan'da oldukça hissedilmesi ve bu tehlikenin daha güneye kadar inme endişesi. Türkiye'nin Rusya'ya karşı daha doğrusu komünizme karşı bir tampon bölge olarak kullanılması ve desteklenmesi söz konusudur. Türkiye ise bu tehlikeden çok Rusya'nın sıcak denizler fantezisi için gerekli olan Boğazlar sorunsalı ve Doğu sınırının olası tehdidine karşı sırtını yaslayacak bir müttefik arayışı içerisindedir.

3 Nisan 2010 Cumartesi

Türk Dış Politikası Ders Notu- 2. Dünya Savaşı'nda Türkiye Genel Görünüm

* Türkiye'nin 2. Dünya Savaşı'ndaki poltikası tarafsızlıktan(neutrality) çok, savaş dışı kalma(non-belligerent) şekilnde olmuştur(Oran, 393). Diğer yandan Hale bu durumu "aktif tarafsızlık" olarak nitelendirmektedir.

* Türkiye savaşın gidişatı ile kısa dönemli karşılıklı antlaşmalarda bulunduysa da müttefikler tarafındaki yerini sağlamlaştırmaya çalışmıştır.

* Türkiye Alman-Sovyet, İngiliz-Amerika arasındaki anlaşmazlıkları ve jeopolitik durumu ile tehditler karşısındaki zayıflığını iyi kullanarak, savaşa girmeyi uzun bir süre ertelemiştir.

* Türkiye iç politika ve özellikle kaynaklarını pazarlama noktasında tarafsız bir politika izleyeme çalışarak ülkelerin tepkisini en az düzeyde hissetmeye uğraşmıştır. ( Almanya ve İngiltere ile aramızdaki krom ticareti)

* Türk hükümeti içerisinde bu ülkelere olan yakınlaşmaları incelersek; İnönü ve Saracoğlu İngiliz, Dışişleri bakanı Menemencioğlu ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak Alman sempatizanı olarak belirmektedir. Almanların gerilemesi sürecinde Çakmak'ın görevden alınması ve Almanların güçlü olduğu dönemdeki Menemencioğlu istifası duruma netlik kazandırabilir. (Oran, 396)

Türkiye'nin 2. Dünya Savaşı sırasındaki tutumu şüphe yok ki, ülkeyi savaş dışında tutmak için yapılması gereken her şeyin uygulanması yönünde olmuştur ve savaş sonrası iki kutuplu dünya sisteminde Türkiye'nin yeri bu savaş ile beraber az çok şeklini almıştır. Türkiye'nin Olası bir Sovyet tehdidine karşı ABD ve diğer batılı devletlere yanaşması ve bu süreçteki karşımıza çıkacak zorluklar şüphesiz ki, savaştaki oyalama taktiklerinin bir sonucu olmuştur.

2 Nisan 2010 Cuma

Türk Dış Politikası Ders Notu- 2. Dünya Savaşı'nda Türkiye

Türkiye'nin 2. Dünya Savaşı sırasında uyguladığı dış politika "aktif tarafsızlık" olarak yer almaktadır. Kurşun sıkmadan bütün bir Avrupa'yı kasıp kavuran 6 yıllık bu dünya savaşından kazasız çıkmasını bilmiştir. Şüphesiz bu süreçte Türkiye'nin coğrafi konumu, liderlerinin becerisi ve şans büyük faktörler içerisindedir.

Türkiye'nin savaş sırasında dış politikasını incelemeden önce 6 yıllık süreç içerisinde ortaya çıkan ve Türkiye'nin stratejilerini belirlemesinde hayati önemi olan kırılma noktalarını belirlemek gerekmektedir. Bu konuda Baskın Oran kitabında kırılma noktaları ile ilgili açıklamaları faydalıdır.

1- 2. Dünya Savaşı başlarında Ekim 1939'da Fransa ve İngiltere ile yapılan antlaşma sonrası, Fransa'nın Almanya karşısında tutunamaması - Haziran 1940'da Fransa düşmüştür- ve İtaya'nın savaşa dahil olması Türkiye'yi zor durumda bırakmıştır. Zira Akdeniz'e tam anlamı ile inecek bir savaş Türkiye'yi savaşa sokacaktı, lakin Fransa'nın düşmesi Türkiye'nin Fransa ve İngiltere yanında savaşa girmesi durumunu bir hayli rafa kaldırdı. Fransa'nın savaştan çekilmesi olası bir savaşma yükümlülüğünü Türkiye adına kaldırıyordu.1940 sonrası dış politikada Almanya ile ilişkilerin başladığı görülmektedir. Fransa'nın düşmesi, İtalya'nın Akdeniz'de rahat hareket etmesi, Alman ve Rusya yakınaşması Türkiye'yi Almanya ile işbirliğine zorlamaktaydı.

Haziran 1941'de Almanya'nın Sovyet Rusya'ya saldırmasına kadar olan süreçte Türkiye'nin Almanya ile Rusya arasında kalmaktan korktuğu aşikardır. Polonya'nın düştüğü duruma benzer bir durum ile karşılaşmak çok olasıdır. Bu süreç içerisinde İngilizlerin de Türkiye'nin savaşa girmesinin kendileri için yarardan çok zarar olacağı ifade edilmektedir.(Hale, 80)

2- Nazi- Sovyet yakınlaşması ve Rusya'nın boğazlar üzerindeki emelleri Türkiye'yi Almanya'ya yakınlaştırmaktadır. Almanya'nın balkanlardaki ilerleyişi ve Bulgaristan işgali Türkiye'nin ne şekilde hareket etmek zorunda olduğunu ortaya koymaktadır da. Almanya'nın Rusya ile özellikle Bulgaristan konusundaki anlaşmazlıkları Hitlerin Barbarossa Harekatını başlatmasına ve Rusya'ya savaş ilan etmesi sonunda Türkiye rahat bir nefes almıştır. Bunu ilerleyen süreçte Türkiye Sovyet Rusya ve Hitler Almanya'sı ile ayrı ayrı tarafsızlık antlaşmaları sağlamış ve yerini sağlamlaştırmıştır. Almanya'nın Sovyet ilerleyişinin durmasına kadar ilerleyen süreçte, Türkiye'nin aklını kurcalayan iki olasılık Rusya-Almanya arasındaki savaş sonucunun muammasıdır. Zira "Sovyetler Birliğinin kazanacak olursa, büyük ihtimalle Avrupa'daki tek büyük güç olacak ve boğazlarda istediklerini yaptırabilecekti. Diğer yandan Rusya'nın çökmesi ya da teslim olması durumunda, Hitler'in bir sonraki kurbanı Türkiye olabilirdi"(Hale,86). Türkiye'nin konumu Almanya'nın Ortadoğu emelleri için önem teşkil etmekteydi. Yine 1943 yılına kadar ki süreçte Türkiye- Almanya arasında özellikle kroma dayalı bir ticaret antlaşması yapılmış ve karşılıklı iyi niyet gösterimlerinde bulunulmuştur.

3- Şubat 1943'te Stalingrad direnişi ve savaşın Almanya aleyhine dönen gidişatı Türkiye'yi tekrar müttefikler ile derin ilişkilere yelken açmasına neden olmuştur. Türkiye'nin bu süreç içerisinde müttefikler yanında savaşa girmesini geciktirecek olay yine Rusya ve Almanya arasındaki çekişmedir. Diğer yandan "Türkiye savaşa girmemek için; gerek iki taraf arasındaki, gerekse her iki tarafın kendi içindeki çelişkilerden yararlandığı gibi, bizzar kendi zayıflığının yarattığı çelişkileri de sonuna kadar kullandı"(Oran,394). Türkiye'nin savaşa dahil olmamak için ileri sürdüğü başlıca mazaretin Rusya ya da Almanya'ya açılacak bir savaş için gerekli altyapının yetersiz olmasıdır. Müttefiklerle yapılan her görüşmede bu bahane ileri sürülmekte ve zaman kazanılmaya çalışılmaktadır. Türkiye savaşın gidişatının az çok belli olduğu dönemde artık müttefiklerin baskılarına daha fazla dayanamamış ve göstermelik bir savaş ilanında bulunmuştur. Türkiye'nin 1939-1945 yılları arasındaki dış politika taktiklerini bir sonraki yazıda belirteceğim. Kısa bir özet yapmak istersek bu yazı genel bir fikir edinmek için yeterli olacaktır düşüncesindeyim.




KAYNAKCA

Willian Hale.Türk Dış Politikası.Sanat ve Arkeoloji Yayınları.2003
Baskın Oran.Türk Dış Politikası.İletişim Yayınları.2009