26 Aralık 2009 Cumartesi

Türk Politika Tarihi Ders Notu- Laiklik

Sınavda çıkmayabilir ama elim değmişken yazayım dedim. Büyük küçük harf ayrımı yapmadım, zira ilk önce sözlükte yazdım, yazımlara takılmayın.

türkiye'de cumhuriyet döneminden beri sadece din ve devlet işlerinin birbirinden ayrımı değil aynı zamanda devletin din üstünde otoriter bir yönetimi olması durumu söz konudur. erik jan zürcher modernleşen türkiye nin tarihi adlı kitabında konu hakkında güzel tespitlerde bulunmaktadır. zamanında ilgimi çeken yerleri burada paylaşmak istemekteyim. "kemalist reformların en karakteristik unsuru olan laiklik hamlesinde üç faaliyet alanı ayırt edilebilir. ilki, devleti, eğitimi ve hukuku laikleştirmek, yani ulemaya, kurumlaşmış islam'ın geleneksel kalelerine saldırmaktı. ikincisi, dinsel simgelerin üstüne gitmek ve bunların yerine avrupa uygarlığının simgelerini koymaktı. üçüncüsü toplumsal yaşamı laikleştirmek ve gerektiğinde popüler islam'ın üstüne gitmekti.(zurcher, 276)" paragrafta dine karşı laiklik altında yürütülen bir savaşın olduğu net şekilde gözler önünde olmasına karşın, bunu din düşmanlığına yormak ufak çaplı bir hataya neden olur. osmanlı devleti 700 küsür sene özellikle teokratik monarşi ile yönetilirken kısa zaman içerisinde tebaa ve biat kavramlarından yurttaş olma bilincine gidilmesi söz konusudur. bu hususta kalıplaşmış düzeni yıkmak amacı ile sarfedilen yolda en büyük engel din olarak göze çarpmaktadır.

yine kitapta gidecek olursak "1924 yılı, kutsal şeyhülislamlık makamının ve şeriye ve evkaf vekaleti'nin kaldırılmasına da sahne oldu. bu vekaletin yerine, diyanet işleri reisliği ile evkaf umum müdürlüğü kuruldu. her ikisi de doğrudan başbakanlığa bağlanmıştı. bu müdürlüklerin krurulmuş olması, kemalist laiklik anlayışının devletle dinin tamamen ayrılması anlana gelmediği, daha çok, devletin din üzerindeki denetimini ilan ettiğini açıkça göstermektedir.(zurcher, 277)" bakıldığında bunun da altında yatan sebep hilafetin kaldırılması sürecinde bir köprü vazifesinde olması görülebilir, yine bundan başka "1924 anayasası'nda islam'ın devlet dini olarak belirtilmesidir, eski osmanlı anayasası ise devlet dinine hiç değinmiyordu" osmanlı altında çok farklı etnik ve inanç gruplarının da bunun bir sonucu olması söylenebilse de, dinin osmanlı devleti döneminde günlük yaşamın bir parçası haline gelmesinin de bunun üzerinde bir etkisi olsa gerektir.

kılık kıyafet konusunda laikliğin fes ve sarık gibi geleneksel başlıkların kaldırılması ve sadece camideki ibadet görevlileri tarafından giyilmesine izin verilmesi toplumsal alandaki din etkisinin kırılması yönünde planlandığına işarettir. zurcher bu konu hakkında şöyle yazmaktadır, " atatürk'ün kendi sözlerinde, dinsel kılık kıyafetin yasaklanması gibi tedbirlerin, toplumu laikleştirme arzusu kadar, otoritenin gözle görünür her tür sergileniş şeklinin, devletin tekelinde olduğunu iddia etme arzusundan da kaynaklanmış olduğu açıkça anlaşılıyor.(zurcher, 278)"

kemalist deverim olarak tanımlanan köklü değişimin halk değil de bürokrat tabanlı olması da laiklik kavramının bu kadar sert uygulanmasına neden olmuştur. devrim kavramının toplumsal ve ekonomik kaynakların hızlı bir biçimde toplumun genelini yararına değişmesi olarak nitelendirildiğinde bunun halk için ne kadar yararlı olup olmadığı ayrı bir araştırma konusu niteliği taşır.

yine laiklik kavramının bu denli sert biçimde uygulanmasının bir sebebi de demokrasiye geçiş sürecinde cemaat ve tarikatların etkisini kırmak olarak gösterilebilir. günümüzde bile demokratik seçimlerde antidemokratik bir şekilde tarikatların ve aşiretlerin seçimlerdeki etkinliği tartışmalara konu olmaktadır, o dönem için bu durumu incelersek durum daha da hayatidir. tabi laiklik baz alınarak yapılan bu resmi değişimler ve hükümetin kendi ile dini siyasallaştırması daha sonraki süreçte de dinin bir muhalefet aracı olarak kullanılmasının önünü açmıştır. yine zurcher'in tespiti çok yerindedir; "kemalistlerin popüler dine sırt çevirerek, kendileriyle halk kitlesi arasındaki bağları kestikleri de söylenebilir.(zurcher, 284)"

ve yine ne acıdır ki, atatürk'ten sonra inönü dönemindeki demokratikleşme sürecinde, chp içerisindeki muahlif isimlerinden başta adnan menderes, fuat köprülü ve refik koraltan'ın partiden ihraç edilmeleri ve celal bayar'ın istifası sonrasında "dörtler" olarak da bilinen bu grubun başo çektiği demokrat parti seçimlerde said-i nursi'yi seçim propogandası olarak kullanması ve yine demokrat parti ile chp arasında bu dönemde -ekonomik ve siyasi açıdan- pek fark bulunmaması da, dinin siyasi emeller doğrultusunda kullanılması, laiklik kavramının içinin nasıl boşaltığının acı bir örneğidir.

atatürk'ün ölümüne kadar olan süreçteki din üzerinde baskıcılığın yerini din üzerinden seçimlerde rant sağlama çabalarına bırakması, o zamanlardan beri mustafa kemal atatürk'ün kemiklerini sızlatmaya yeter de artar bile diyebilir. son olarak yine laiklik kavramının içini boşaltmaya örnek chp genel başkanı deniz baykal'ın aleviler üzerinden oylara nemanlanması da günümüzde "altı ok" un ne durumda olduğunun göstergesi.

durumun kısa bir özetini yapacak olursak ozan örmeci'nin türk siyasal tarihi kitabındaki tespiti yerindedir; "kemalist devrim yalnızca 22 yıllık bir sürede ve sınırlı ölçekte gerçekleştirilebilmiş ve türk toplumu çağdaş uygarlık yolunda tam anlamıyla dönüştürülememiştir. bu nedenle laiklik ve kürt sorunlarında gerekli ara çözüm formülleri yetersiz tecrübe ve devletin halka uzaklığı nedeni ile üretilememiş ve devrim merkezden çevreye doğru bir şekilde ve tam anlamıyla aktarılamamıştır.(örmeci, 64)"

kemalist devrim kavramının altyapısını oluşturan laikliğin atatürk ile beraber tam anlamı ile öldüğünü söylemek pek de yanlış bir tespit olmayacaktır düşüncesindeyim.




kaynaklar:

erik jan zurcher, modenleşen türkiye'nin tarihi, 2009, iletişim yayınları
ozan örmeci, türk siyasal tarihi, 2008, güncel yayıncılık

14 Aralık 2009 Pazartesi

Sakal da var ama...

Şikayetler şikayetler ve daha çok şikayetler... En sevdiklerinizden, en yakın bulduğunuz, haklarında şiirler yazıp, milyon hediye ile onurlandırdığınız, her yazınızda kendilerini andığınız insanlar hakkındaki şikayetler, ve tabi ki onların sizin hakkındaki şikayetleri.

Gidere gier atara atar yapmak... Kanka mode out, alayına gider in... Genelde böyle durumlardan dolayı üzülürüm, üzüldüğüm çok da oldu ama bu sefer farklı. Bu kez kasıklardaki karıncalanmayı hissettim kendim de, kötülük istediğimden değil, ama... Olacakları tahmin etmek, bu konuda uyarmak ve terslenmek... Sonunda dediğin çıkması, şu İngilizler ne diyordu " I said so"...

Bayılıyorum bu lafa, sakalım da var sözü aklıma geliyor hemen, zaten kirli ile kaba arasındaki sakalım mütemadiyen soğuk kış günlerinde post niyetine... Ne alaka... Sakalıma rağmen dinlenmiyorum ama ne olur ne olmaz diye bir iki kelam daha etmek istiyorum atarlar, giderler, arkadaşlıklar ve tanıdıklar üzerine, hani oldu da dinlerseniz çok yararlı.

Arkadaş diyoruz 10 sene diyoruz artık aşıp kardeş diyoruz... Arkadaşlıkların ne önemi var zamanla filan diyenler oldu zamanında, bakalım kaç zaman var bu cümlede bunu da saysın okuyanlar bir zahmet. Dedim ki zaman önemli, niyesine fazla cevap vermemeye çalıştım bu zamana kadar ama artık daha fazla sır tutmaya gerek yok. Büyük sırrımı açıklıyorum...

Her geçen gün, hafta, ay, yıl... Her şeyin dahası oluyor; kavga, içki, kaçamak, sinema, futbol, paintball, tatil, şaka... Hayatın kendisini daha fazla paylaşıyorsun... Mehmet'imle ya da Tosun'umla ya da Aybars'la geçen gün ile en fazla bir senedir paylaştığım keyif bir olur mu?

Şimdi alınacaklar var tabi ki hani biz senin kankandık? Ben kanka demedim ki... Bu kavramın içini doldurmak için o kadar çok şey geçti ki, haklarında yazı yazmak için, ardlarından methiyeler düzmek için... Mehmet'ti Mehmetçik oldu mesela, ardından şafakları ben sayıyorum. Tosun'um yaban ellerde derste. Aybars'ım da uzaklarda sayılır ama kalbim onunladır.

Niye aramıyorsun lan ibne diye sataşırız birbirmize, o da aramamıştır ben de. Ya da aramışızdır ama bir şekilde satış olmuştur. Son dakika satışı yediğim çok oldu, ben de yapmışımdır. Ama bu yüzden küstüm oynamamak, müsadelerle yol vermek... Dostlar, kankalar, bir zaman sonra kardeşler... Gözünü kapayıp elinden tuttuğunda seni uçurum kenarına gelince bırakmayacak insanlar... He o noktaya da gelmedim ama dibe vurduğum zamanda yanımda olanlarla çıktım ben oradan...

Hem ayrılık, hem okul, hem hem hem... dönemlerinde elimden tutup, arada bir kafamı tokatlayıp, "ne yapıyorsun lan yarraam, kendine gel diyenler"; bi' git işine diyince bir tokat daha atıp" hadi lan çıkıyoruz dışarı, sikerim tribi" diyenler... İşte hepsi bu insanlar.

Hatamı yüzüme vurup, "bak burada bunu yaptın", "şu huyunu düzelt, beğenmiyorum" ... gibi beni eleştirmeler şu zamana dek geldi geliyor da. Bu insanların arasına yenileri geldi, pekişmekte olan şu yukarıdaki ağaç kökleri gibi sımsıkı durmaya giden ilişkiler var, Cano var mesela. Ondan burada bahsetmedim, kişisel değil tabi ki. Ama öyle oldu işte, yazacak şey belki çoktu ama olmadı, "olduramadım"... Tabi ki canom canomdur, sözüm sana ey insan.

He sen kendine bak sanki sen züpersin mnkym demedim bu insanlara. Bunu anlamayanlar vardır, vardı da... Eleştiriye karşılık sen kendine bak senin de pipin bamya kadar diye cevap verenleri görünce şaşırmakta biraz üzülmekte daha azından da tebessüm etmek istiyorum. Beni daha pişmemiş, daha "çocuk" görenlerin bu çocuklukları tebessüm yapan işte, ve zamanında söylediklerimi sallamayanlara üzülüyorum.

Bu daha böyle gider, işin özüne gelmek lazım. Kafanızda gerçek anlamda dost olarak yani yukarıdakiler gibi kardeşçesine dostlar için zaman gerekmekte, elbet kavgalar, olacak darılmalar, küstüm oynamıyorumlar filan ama hep birlikte aşmaktır önemli olan, aşamadıklarınız ise yolculuklarda tek servislik arkadaşlıklar gibidir; dostluklar da mesafeler gibi bir süre sonra biter. Yolculuklar sürerken aynı arkadaşlarla gitmek zordur, yorar ama ganimeti büyüktür.

Size rağmen size gelenleri ya da gelmeye çalışanları, kendinize rağmen tutmayı başarabilirseniz karşınızdakilerle dost olmak adında doğru adımlardasınız demektir.

Şimdi bu yazı sonunda, "Sana ne vazife bu? Sana mı kaldı ahkam kesmek? Bizim ilişkilerimiz seni bağlamaz bsg" diyenler de olacaktır. Onlara da sözüm bi' kaç satır aşağıda olacak:






Bunu yazan tosun okuyana kosun...

4 Aralık 2009 Cuma

Türk Politika Tarihi Ders Notu- 1929 Buhranı ve Türkiye Ekonomisi

1929 Büyük Buhran'ı biliyoruz zaten. Dünyayı olduğu gibi Türkiye'yi de deridnen etkileyen bir dönem. Bu dönem içerisinde Dünya genelinde ekonomik politika devletçilik olarak belirleniyor. Açık pazarlı bir liberak ekonominin özellikle krize giren ülkelerde felakete yakın bir sorun çıkaracağını biliyoruz.

Bu dönemde devlet destekli yatırım ile ayakta kalınmaya çalışılmakta. Devletçi ekonomi derken aklımıza gelen şey devletin bizzat yatırım yaptığı ve özellikle bazı sektörlerde tekel konumunda olduğu durum basitçe anlatmaya çalışırsak. Türkiye'deki ulus devlet inşası her ne kadar Fransa'dan etkilemiş olsa da Sanayi devrim ve feodel düzen eksikliğinden ötürü noksan kalan bir burjuva sınıfından dolayı da Türkiye'de özel teşebbüsün olması o dönemler için münkün görünmemekte.

Erik Zürcher'in kitabında Tek parti dönemindeki ekonomik gelişmeler kısmında bu konu ile ilgili olarak " CHF 1931 yılındaki kongresinde, devletçilik resmen yeni ekonomik siyaseti ve Kemalist ideolojinin temel dayanaklarından biri olarka kabul edildi. Devletçiliğin tam olarak ne anlama geldiği asla açıkça tanımlanmamıştı. Kesinlikle sosyalizmin bir biçimi değildi: Özel mülkiyet ekonomik yaşamın temeli olarak kalıyordu. Devletçilik daha ziyade, özel kesimin gereken sermayeyi biriktiremediği snayileri kurmak ve işletmek için devletin sorumluluğu üstlenmesi anlamına geliyordu" (Zürcher, 291). Yine aynı sayfada TC ekonomik politikasının Sovyetler Birliği'nden esinlenmiş olduğu belirtiliyor.

Ozan Örmeci ise kitabında şı satırları kaleme almakta; "Büyük Buhran sonrası dünyada oluşan yapısal koşullaırn da etkisi ile 1920'lardan başlayarak bürokratik grubun ve Kemalizm'in devletçilik temelli değerlendirilmesinin ağırlık kazandığını görüyoruz"(Örmeci, 26). " Büyük Buhran sonrası kapitalist ekonomik politikaların ciddi şekilde sorgulanması, zaten yeterli sermaye birikimi bulunmayan ülkede devletçi ekonomiyi bir zorunluluk hakine getirmiş; bu nedenle devletçilik ilkesi Altı Ok'a dahil edilmiştir"(Örmeci,27).

Bu arada bir sonraki başlıkta kendisinden bahsedeceğimiz Recep Peker ve çevresinin "otarşiye yakın bir devletçi bir ekonomi plitikasını partiye kabul ettirmişlerdir" (Örmeci, 27). Otarşi'yi özetle bir ülke izlediği, ekonomil bakımdan kendi kendine yeterlilik politikası şeklinde açıklayabiliriz.

Son söz olarak Cuhmhuriyet'in ilk yıllarında olmayan burjuva sınıfının yartılması için gümüzde Rusya'da sıkça kullanılan "oligark" ve yine Rusya tabanlı " nomenklatura" yapılanması söz konusu. Bu da devletin bizzat bürokratlardan ya da belirli vasıflardaki sivillerden yine yapay yollu bir burjuva yaratma çabası. Devletin kendi finanse ettiği ya da bir şekilde bırakınız yapsınlar düşüncesi ile yaklaştığı devlet destekli burjuva hali.

Şu an için 1929 sonrası Türkite ekonomisi ile ilgili derste anlatılan var geniş özet bu kadar. Daha sonraki başlıklarda Recep Peker, Kadro Hareketi ve Serbest Cumhuriyet Fırkasından bahsedeceğiz.



KAYNAKLAR

Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye'nin Tarihi, İletişim Yayınları, 1995
Ozan Örmeci, İttihat ve Terakki'den AKP'ye Türk Siyasal Tarihi, Güncel Yayıncılık, 2008

30 Kasım 2009 Pazartesi

Kurt adam hakkında


Eski İngilizcede wer- insan ve wolf-kurt kelimelerinden gelen, "werewolf" 'un Türkçesidir. 12.yy. civarlarından başlayarak yüz yıllarca varlığına inanılan bir fantastik yaratıktır kurt adam. Avrupa tarihindeki inanışa göre kurt adam; geceleri kurda dönüşen ve hayvan ile insanlara saldıran; gündüzleri ise insan formunda yaşamaya devam eden bir yaratık türüdür. bazı kurt adamların sihirli güçler; - ki biz buna büyü diyoruz- , bazılarının ise bu duruma babadan oğla geçen bir mirasla, ya da başka bir kuradamın ısırması sonucu düştüğü konusunda inanış vardır.

kurt adamların varlığına inanma dünyanın her tarafında olmuştur ve değişik adlarla anılmıştır. Ama özellikle 16.yy. Fransa’sında bu durum daha da göze batmaktadır. Dünyada farklı yerlerde de bu inanışın olması ile ilgili olarak, farklı kültürlerde farklı isimlerle hayvan-insanlardan bahsediliyor olmasıdır. Dünya üzerinde çoğu ülkede kurtadam hikayesi farklı isimlerle anılmaktadır. " Arnavutluk’ta (oik), Ermenistan’da (mardagayl), Fransa’da (loup-garou), Yunanistan’da (lycanthropos), İspanya'da (hombre lobo), Arjantin’de (lobizón), Meksika’da (hombre lobo and nahual), Bulgaristan’da ( varkolak), Çek cumhuriyeti ve Slovakya’da (vlkodlak), eskiden Yugoslavya olan bölgede (vukodlak), Rusya’da (vourdalak,), Polonya’da (wilko), romanya'da (vârcolac, priculici), Makedonya’da (vrkolak), İskoçya ve İngiltere’de (werewolf, wulver), İrlanda’da (faoladh or conriocht), Almanya’da (werwolf)... Kuzey Avrupa’da kurt adam yerine ayı adam inanışı söz konusudur." * Afrika’da leopard adam, Asya’da kaplan adam olarak geçmektedir. Genelleme yapılırsa yöresel farklılıklar göstermekle beraber her coğrafyada buna benzer inanışların varlığı söz konusu olmaktadır.

Kurt adamın daha eski efsaneler ile ilgili olarak; özellikle " Yunan mitolojisine başvurulduğunda "lycaon" olarak geçen en eski kurt adam efsanesine rastlanılabilir. Bir rivayete göre lycaon insan eti yemesi sonucunda kurda dönüşmüştür." *. Zaten bazı filmlerde kurt adam lycan kelimesinin kullanıldığı da vardır. Örnek olarak Underworld adlı fim gösterilebilir, o filmde lycanlar ve vampirlerin savaşı anlatılmaktaydı mesela.

lycan kelimesi kurt adam olarak kullanılmakla beraber, "clinical lycanthropy" adında bir de rahatsızlık söz konusudur. Daha doğrusu kurt adam vakalarının bilimsel açıklanması "lycanthropy" vakası olarak gösterilir. Klinik likantrofi hastanın kendisini hayvan olarak hissettiği ve buna bağlı olarak hayvan gibi davrandığı bir psikiyatrik sorun olarak adlandırılır. Rahatsızlık belirtisi olarak hastanın kendisini vahşi bir hayvan olarak görmesi ki burada varsanımlar söz konusudur ve hayvan hareketlerinde bulunmasıdır ki yemek için hayvanlara saldırmak, burada hayvanlar içerisinde insanlar da vardır ve bu yüzden bir belirti olarak "cannibalizm" söz konusudur. Klinik likantrofi bir çeşit şizofrenik vaka durumunda benzetilebilir.

Sonuç olarak; "hâlihazırdaki bilimsel bilgiler, kurt adam olayında olduğu gibi bir insan formunun bu kadar kısa zamanda bir başka biçime dönüşmesinin kesinlikle olanaksız olduğunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla kurt adam efsaneleri tümüyle cehalet ve kuruntu üzerine kurulmuş olabilir. fakat yine de yüzlerce yıldır bildirilen bu tür olayların. Göz ardı edilemeyeceği belirtiliyor." *

Varlıkları ile yüz yıllarca bulundukları topluma korku salan kurt adamlar, son yüzyılda birer korku öğesi olarak sinemaya taşındı. Kurt adamlar gerek tek başlarına gerekse diğer korku öğeleri - vampirler- ile birlikte anılarak sinemaseverlerin beğenisine sunuldu. Kurt adam içerikli filmler arasında; 1981 yapımı "American Werewolf in London", 2004 yapımı Romasanta olarak gösterilebilir. Özellikle Romasanta'da kurt adam olayına daha bilimsel bir bakış açısı getirilmişti. Yakın zamanda fantastik unsurlu "Underworld" adlı film gösterimdeydiı, hatta iki film çekildi seri şeklinde. Bu filmde de kurt adamlar ve vampirlerin karşılaşması söz konusu idi.

en nihayetinde kurt adamlar tarih boyunca her coğrafyada ortaya pörtlemiş ve insanlığa korku salmış yaratıklardır. ilk ve ortaçağlarda birer efsane olarak anılsalar da daha sonrasına bilimin gelişmesi ile varlıklarına daha tıbbi açıklamalar getirilmiş ve bunun kişinin kendisini hayvan sanması şeklinde bir şizofrenik vaka olması sonucuna varılmıştır.

*vikipedi'den alıntılanmıştır.

29 Kasım 2009 Pazar

Dawn Of The Dead


1978 ve 2004 yıllarında iki ayrı çekimi olan bir george romero filmidir. Filmde Romero tüketim toplumuna bir gönderme yapmaktadır. Zombiler filmde bilinçsiz sadece içgüdüleri ile hareket eden ete karşı saldırgan yaratıklar şeklindedir. zombiden çok yaşayan ölü diye geçen bu yaratıklar, düşünme yetisine sahip değillerdir. Düşünce eksikliğinden kaynaklı önceki hayatları ile ilgili hafızaları yoktur ancak temel hareketleri konusunda hala yetileri mevcuttur; yürüme ve ellerini kullanma içgüdüsü durmaktadır; hatırladıkları nesneler araba, ev gibi günlük hayatta sıradan sayılabilecek nesnelerdir. özellikle dawn of the dead'de zeombilerin hatırladıkları en önemli şey önceki hayatlarında yaptıkları tüketim kültürünün etkisi olan alışveriş merkezidir. Ete olan düşkünlükleri ile yeme ve ısırma yetileri de durmaktadır. Film içerisinde bu özellikleri karakterler arasındaki diyaloglarda da görünmektedir.

"Francine parker: What are they doing? Why do they come here?
Stephen: Some kind of instinct. Memory, of what they used to do. This was an important place in their lives. "
( Francine parker: Ne yapıyorlar? Niye buraya geliyorlar?
stephen: Bir tür içgüdü; yapmaya alışmış oldukları şeyin anısı, -alışveriş merkezi- yaşamlarında önemli bir yere sahip)

Zombilerin bilinçsiz hareketleri ve alışverş merkezi ile ilşikisi göz önün bulundurulduğunda, Romero'nun tüketim kültürüne gönderme yaptığını düşünebiliriz. bilinçsiz tüketici olarak da ele alınabilecek bir karakterdir zombiler. Başka bir bakış açısı ile zombiler, etrafında olup bitenlerden habersiz sadece tüketim üzerine kurulu hayatları temsil eder. Azınlıkta bu tüketim çılgınlığına tepki oluşturan bir grup düşünen insan vardır, ve zombiler bu insanları da kendi aralarına çekmek için uğraşırlar.

Filmin ölülerin şafağı olması bir bakıma zombilerin gününe bir gönderme olacaktır ki daha sonrasında çekildi de "Day Of The Dead". Filmin şafak olarak geçmesini de iki anlamda inceleyebiliriz. Şafak yeni bir gün, zombilerle çevrili insanlar için bu karamsarlıkta yeni umutlar, ya da zombiler için ele alındığında insanlığın sonunun başlangıcı olarak düşünülebilir. Özellikle ikinci seçenek daha ağır basmaktadır, nitekim her geçen gün daha fazla tüketim yapılmakta, metalaşma sorunsalı git gide çoğalmaktadır ki bu durumu zombi hastalığı olarak görmek çok da yanlış olmaz.

Sonuç olarak Romero'nun sosyal içerikli mesaj ve genel olarak toplumu eleştirmek için kullandığı güzel bir korku filmidir, hatta korku filmi olarak izlemek gülmeye neden olabilir ara sıra ama eleştiri ve inceleme adına izlenebilecek tavsiye edilen bir filmdir.

28 Kasım 2009 Cumartesi

Zaman

Kasımın 12sinde başlamşım ilk defa yazmaya blog sayfasına. Aradan 1 sene geçmiş kabaca, şimdi fark ettim. Beni tanıyanlar az çok bilir; ay ve yıl dönümlerine fazla takılmam, önemsemem ne kadar olmuş, ne geçmiş aradan . Önemli olan yıl dönümleri değil sürekliliktir. Ne kadar saçma bi' şey söledim değil mi, insanların günleri, daha genellemeli söylersek zamanı kalıplaştırıp şekilciliğe dökmelerinden bahsediyorum. Zaman kendi içerisinde devinimsel sürecini yaşarken, onu parçalara ayırmaya çalışmak.

Bir ay oldu, iki ay oldu, şu akdar ay dönümü, bu kadar bilmem ne dönümü... Lan bu böyle sürer gider, an basit anlaşılması gerekenden o kadar uzağız ki anı özelleştirmekten zevk alıyoruz ve bunu yaparken de o kadar inanıyoruz ki, önemsemeyenlere karşı anlayışsız yaftalamasını yapmaktan kendimizi alamıyoruz.

Tamam tamam duyuyorum sizi, kulaklarım çınlıyor. Saçmalıyorum ben de işte çapımda, paylaşmak istedim. Ben de sizi seviyorum...

27 Kasım 2009 Cuma

Cinsellik, Bekaret, Seks ve Çağdaşlık üzerine...

Cinselliğin toplum açısından bir tabu olarak nitelendirildiği aşikar. Özellikle cinsellik ve seks kavramları biribirleri ile o kadar iç içe geçmiş durumda ki, cinselliği salt seks olarak gören bir neslin ferdiyiz. Ne yazık ki cinselliğin insanlarda ilk akla getirdiği şey seks ve dolayısı ile bekaret.

Bu bağlamda bakıldığında bekaret kavramının toplumda genel olarak ne ifade ettiği tartışmalara gebe olmakta. Bir yandan "önemsememek" adı altında marjinalitenin radikalleştiği bir düşünce hakimken, diğer yanda bunu "takıntılaştırarak" insanlar üzerinde mahalle baskısı oluşturan bir grup var. Her iki durumda da bir radikalleşmeden bahsediyoruz, 0 ya da 1 olarak kategorize ettiğimiz bu yaklaşımın ne kadar sağlıklı olduğu da tabi ki, ayrı bir tartışma konusu.


Özellikle benim de içinde bulunduğum gençlik diye tabi edilen tayfasına bir bakmak gerekmekte. Gençler arasında artan cinselliğe ilgi ve bunun sonuncunda yaşanan her şey. Her şey içerisine olayın seksüel bağlamdaki yaklaşımları daha çok göz önünde bulunuyor, bu da toplumumuzun inanç ve değer yargıları ile alakalı bir konu. Seksüel kısma geçmeden önce cinselliğin neye benzediğini irdelememiz gerekmektedir. Cinsellik nedir? sorusuna cevabın ne şekilde olduğu durumunda toplumun cinselliğe bakış açısının ne olması gerektiğini de anlamış oalcağız. Cİnsellik salt seksten ziyade, erkek ve kadının kendi anatomik ve fizyolojik durumlarını ve eğilimlerini de içine kapsayan bir olgudur. Toplumda ise cinsellik denince akla gelen ilk şeyin seks olmasından kaynaklı, çok basit bir örnekl ile kendi vücudlarında olan her türlü değişime karşı bir tabu edası ile yaklaşmaktadırlar. Her türlü cinsel konu gizli saklı, sadece çok samimi arkadaş çevrelerinde konuşulan ya da büyüklerin kendi arasındaki diyaloglarında kulak misafiri olmaları ile öğrenilegelmektedir. Böyle bir aşamada da cinsellik ister istemez farklı bir boyut kazanmaktadır.


Bu yazı malesef detaylı bir cinsellik konusu işleyemeceğim, ama daha önce de belirttiğim takıntı haline getirme ve önemsememenin çağdaş toplumdaki yeri ile ilgil bir deneme sunacağım. Seksin ve dolayısı ile bekaretin önemsenmemesi ve bunun çağdaşlıkla olan bağlantısı günümüzde hala tartışılmaktadır. Bunun nedenini bekareti savunmak ve savunmamak arasındaki farkın tamamen takıntılaştırmak ve önemsememek arasında gidip gelmesindendir. Önemsememek bir çağdaşlık olarak nakledilirken, takıntılı olmak da bağnazlık göstergesi olarak algılanmakta ve bu da özellikle kuşaklar arasında çatışmalara neden olmaktadır.

Çağdaş olmak, on yüz bin kişi ile cinsel ilişkiye giren biri ile beraberliğini sürdürmek değildir nihayetinde; yani biraz da mide ister böyle bir durum sanırsam. Bekaret kavramı ister istemez tüm erkeklerin - bu konuya erkek gözünden bakmak konu için daha rahattır, keza kadınların çoğu erkeklerin kaç kez seks yaptığına fazla takılmazlar- aklında bir kısımda yer etmiştir. evet bekaret önemlidir, sevdiceğin daha önce başka biri ile birliktelik yaşamamış olması temennidir. diğer yandan bu ilişki yaşanırken ortaya çıkan faktörlere de bakmak lazımdır. keza cinsel birlikteliği teklif edenler bir şekilde erkekler olmaktadır, ve bu durumda kadın için iki şık olmaktadır; evet ya da hayır. Tabi bu noktaya kadar gelen bir ilişkide diğer bazı yakınlaşmaların varlığı da inkar edilemez. inglizce de "petting" olarak nitelendirilen ön sevişmenin - oral seks değil- bu noktaya kadar gelinirken yapıldığı aşikardır. buraya kadar sorun yok...

Bu noktaya gelen kadın kişimiz zaten artık bakire değildir, evet değildir çünkü bakirelik, zarla kısıtlanamayacak kadar geniş bir kavramdır. Cinsel birliktelik de olduğu zaman yani kadınımızın evet dediği şıktan sonra olanları burada tekrarlamaya gerek yok. Gelelim önemseme ve takıntı hale getirme arasındaki çağdaşlık sınırına.

Bir kişiye ya da kavrama değer vermek ya da önemsemek ile bunu bir takıntı haline getirme arasında fark vardır. Önsememek olayı bir vurdumduymazlıkla karşılamak olarak nitelendirilir ve partnerim istediği kadar kişi ile birlikte olmuş olursa olsun mentalitesi sağlıksız durmaktadır. Zaten belirli bir yaş öncesinde ya da sonrasında fark etmez, yol geçen hanı tarzı cinsel birliktelikler bu eylemi yapan kişi için duygusal dejenerasyona neden olur, bunu kimse inkar etmez sanırım. Bu tür eylemlerdeki fazlalıklar cinselliğin ve dolayısı ile seksin maneviyatına aykırıdır. Olayı sadece vücudun biyolojik bir ihtiyacı olarak görmek bünyenin kendini mastürbe etmesinden daha farklı olmayacaktır.

Takıntı hale getirmek ise, yurdum insanımızın hala cinselliği bir tabu olarak görmesinden kaynaklıdır. Ve burada önemsemekten aşırı bir durum vardır; uğruna masum insanları öldürecek kadar aşırılık, bir tür fanatizm ve dolayısı ile takıntıdan başka bir kavram ile tanımlanamaz. Sevgiliyi daha önceki ilişkisinde karşısındakini severek, değer vererek ve güvenerek yaptığı bir eylemden ötürü aşırı derecede tenkit etmek ve aşağılama noktasına gelmek çağdaşlaşma ile bağdaşmayacağı gibi bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler tarzı bir önemsememe ise bizi hayvanlardan ayıran farklara karşı bir ihanet olarak değerlendirilebilir, ki bu durumda da çağdaşlaşma ile bir çatışma söz konusudur.

5 Kasım 2009 Perşembe

Hayatın anlamına dair

Hayatın anlamını çözdüğünü iddaa eden tüm organizmalara selam ediyorum.

Bir faydasını görebildiniz mi madem?

Kendi egolarını şişirmek ve karşınızdakini alttan alta küçümsemek dışında bir işe yaradı mı?

Sefil hayatlarınız daha mı çekilir durumda?

Hayata karşı daha mı olumlusunuz?

Melankoliden kendinizi kurtarabildiniz mi?

Kendinizi deli dolu mu görüyorsunuz? Yoksa olgunlaştınız mı?

Bu olgunluğunuzun getirdiği bir sonuç olarak kendiniz gibi olmayanları çocuk mu görmüyor musunuz?

Çok görmüş geçirmiş olmakla hayatı gerçeken çözdüğünüze inanıyor musunuz?




Eğer son soru hariç hayırlarınız daha fazla ise ve son soru da evet ise, kusura bakmayın ama bir bok çözdüğünüz yok.

Eğer evetler daha fazla ise; onlar zaten çözdüklerini iddaa etmiyorlardır.

24 Ekim 2009 Cumartesi

Carnaval de Paris

Carnaval de Paris; nam-ı diğer Paris karnavalı... Asıl karnaval Paris değildi ama, hatırlayanlar var mıdır bilmiyorum; sene 1998 Fransa Dünya Kupası resmi müziklerinden biridir Carnaval de Paris. Şarkıda her yerden sesler var, futbolun özünü veriyor aslında şarkı. Hele bir de klibi ile izlenirse fazladan duygusal anlar yaşatıyor insana. Müziğini dinleyip, klibini izledikçe tüylerim diken diken oluyor gözlerimdenbir kaç damla göz yaşı akı veriyor. Paris karnavalı bir anda bambaşka bir karnavala bürünüyor.

İşte bu da videoya ulaşmak için yol;

http://www.youtube.com/watch?v=Sohy-MJa6S0

21 Ekim 2009 Çarşamba

Psikolojik Mastürbasyon 2

Başka bir mastürbe seansı ile beraberiz. Kendimi çok ezik hissettiğim ve mütemadiyen cevap verme isteğimden dolayı bir kez daha volume 2 tadında bir başlık ile sizlerle buluşuyorum. Bu açıklamamdan sonra herhalde şubat ortasına kadar bir daha bu konu hakkında karalamam.

Bir gün otururken bu söz öbeğini duydum. Önce bir soru geldi " Ne yapıyorsunuz siz bu Rotaract'ta" ve sonra subjektif bir yorum " Bence bir avuç zengin züppenin kendilerini tatmin etmek için yaptıkları psikolojik mastürbasyon". Her ne kadar sevgili tosunum buna katılsa da iyi niyetinden alt anlamları fark etmedi diye düşünüyorum.

Kendinden daha zor insanlara yardım ederek, yani burada kendinden daha aciz durumdakilere yardım ederek onların bu acizliklerini kullanarak zevke gelmek... Çok hastalıklı bir düşünce en azından bence. Çocuk pornosu izlemek gibi bir şey yani, tüylerim ürperdi.

Mesela geçen gün mailime geldi; bir kan ihtiyacı varmış. Ameliyat olan biri kan bankasına borçlanmış ve durumu iyi değil. Eğer Rotaract üyesi olmasam o mail bana gelmeyecekti ve gidip ben kan veremeyecektim.

Kan vermenin benim üstümde nasıl bir psikolojik mastürbe etkisi olabilir mesela? Hemşire yanlış yerden damara girmeye çalıştı uyarılarıma rağmen ve bir kan ünitesi o hemşire yüzünden dolmadı tam anlamı ile. Ve ben gittim sırf kan verecem diye yediğim içtiğime dikkat ettim öncesinden, kan verdikten sonra bir 25dk sıcakta yürüdüm, polis görse ne bu kol dese ve içeri alsa savunmam inandırıcı olmayabilir. Bunları geçtim kanımı yeteri kadar alamadıkları için sol koldan da girmelerini teklif ettim, kabul etmediler fark etmeyecek diye. Ve ben üzüldüm, tam yardım edemedim diye.

Eğer mastürbe bir psikolojim olsa bu kadar götü yırtmazdık değil mi yardım etmek için. Peki kan vermekteki amaç neydi? Yardım ederek günahlarımdan arınmak için bir yol bulmak mı? ya da değersiz hayatımda işe mi yaradım?

İtiraf ediyorum; o günkü kanın işe yarayıp yaramayacağından bile emin değilim. Belki hastalık vardı ya da kan az diye kabul etmeyecekler. Tek tesellim borçlanılan kan yerine vücudumdan bir ünitelik kan ile onların borcunun ödenmesini hızlandırmam. Umarım iyleşmiştir kendisi adı neydi Mehmet bilmem ne. Adını hayatımda ilk defa duydum, kan verdim bana pek bir faydası olmadı bir kaç gün boyunca ama onlar için belki de çok şeydi. Mutlu olmamın tek sebebi ise onların işinin görülmüş olması, onun dışında koca bir hiç.

Yoksa değil mi Marcus Antonius, sen söyle...

"Psikolojik Mastürbasyon"

Ha ha ve bir ha daha. Anılarımızı tazelerkene aklımın ucunda kalan bir isim tamlaması; psikolojik mastürbasyon. Bu sefer de beyin kılcallarımdaki damarlara giden kandaki endorfin miktarını arttıracağım, beynim bir sikişlerde demek ki orgazm durumları filan var.

Benim neyime tiyatro ama hayırlısı dedik; hayırlı sonu olsun diye. Yardım amaçlı bir oyun oynamanın getireceği psikolojik mastürbayonun etkisi ile kendimi profesör kılığına sokmam yakındır. Biraz Joker, biraz da çatlak profesör kıvamında bir tipleme nasıl olurdu? Düşünmesi bile kabus.

Neyse tiyatrodan elde edilmesi öngörülen para ile psikolojik mastürbasyonumuzu yapacağız; ne mi yapacağız evet güzel soru. Bir hastane ya da sağlık ocağının odasını donanımlı hale getirmek. Ne güzel değil mi insanlara yardım filan olacak. Aslında buradan yazarkan kendi kendine bir zevklenmeden ziyade, başka insanlara da faydalı olacağımı düşünerek şu anda psikolojim summer school orgy festivaline katılan ergen liseler kıvamında.

Anlamadığım nokta kendi psikolojimi tatmin etmek için niye yardıma ihtiyacı olan insanları kullanayım? Kendini tatmin etmek için fazla aşağılık bir tarz değil mi? Bu okulun en ufağını döven "cool" öğrenci tiplemesi gibi bir şey oldu; yani başkası üzerinden kendini mastürbe etmek.

Olaya bir de şu yönden baksak: O insanların hayatlarını kolaylaştırmanın getirisi onların öncesine göre biraz daha mutlu olmaları, geleceğe belki biraz daha umutla bakabilmeleri, ya da o yardımlar ile onları da yardım etmeye teşvik etme.

Demem o ki benim psikolojimi mastürbe etmeye ihtiyacım yok; en azından bu şekilde. Bu insanlara yardım etsem de etmesem de bir şekilde tatmin olabilirim hayatta. Başkalarını tatmin etmek için bir şeyler yapmak... Güzel bir fikir, daha önce aklımıza gelmedi değil mi?

İnsanlara kendini tatmin etmek için değil de, o insanları tatmin etmek için yardım etmek. Ne kadar da mantıklı.

Öylesine aklıma geldi, anılar işte ne yaparsınız.

Ve bir şey daha bazı otoritelere göre "psikolojik mastürbasyon"= ROTARACT

Bu denklemi de belirtmek lazım gelir.

30 Temmuz 2009 Perşembe

Kurudum Kaldım

Bu ne lan böyle ne bloga ne de sözlüğe yazabiliyorum, kurudum kaldım. Tıkız oldum, fikir verin lan insafsızlar. Tükenmek üzereyim.

21 Haziran 2009 Pazar

Uluslararası İlişkiler Ders Notu- Neorealizm

Evet başka bir uluslar arası dersi konusu neorealizm. Bu konudan neler çıkacak bakalım. Bu arada alıntıları ingilizce olarak hocanın okuyun dediği konulardan vericem bunlar. chapter 2, 7, 9 ve 12.

Bu akım öncüsü Kenneth Waltz. Klasik realizm anlayışına yeni bir bakış açısı getiriyor. Normal realizmden farklı bazı noktalar var ilk önce bunları paylaşalım. Gelenekselci realistler anarşinin sistemin bir parçası olduğunu düşünürlerken. Neorealistler arnarşinin sistemin kendisi olduğunu savunmaktalar. chapter9'da pakistan ve hindistan arasındaki nükleer yarıştan bashedilmiş. " For a nea realist, a better explanation for India and Pakistan'a nuclear testing would b anarchy or the lack of a common power or central authority to enforce rules and maintain oder in system". Uluslararası sistemde ortak bir otorite eksikliğinden doğan anarşiden söz ediliyor.

İkinci fark gücün tanımı ile ilgili. Trad. realisltere göre askeri güç, güç tanımı içerisinde en büyük payı alırken, Neorealistlerde durum biraz daha farklı. Gücün sadece askeri kaynakların biriktirilmesi değil aynı zamanda bu gücün sistem içerisindenki diğer devletleri yönlendirme, onların eğilimlerini belirleme özelliğinden ed bahsedilmekte. Özellikle burada hocanın ders içerisinde değindiği "kutuplaşma" durumundan da bahsetmek gerekiyor. Kutuplaşmaya geçmeden önce ülkelerin davranışlarını belirlemede kullandıkları mantıktan bahsedelim. Hocanın derste belirttiği gibi " devletler sistemin dışında kalamazlar ve davranışlarında sistem belirleyici unsurdur." ve yine structure kavramından bahsedilmekte ki bu kutuplaşma ile alakalı bir durum. sistem kendi içerisinde belirli yapılar dağa doğrusu güç dengeleri ile alakalı olarak davranışları belirliyor. 3 çeşit yapıdan bahsediliyor ve bunlar unipolar, bipolar ve multipolar dünya şeklinde belirtilmiş.

Ayrıntıya girmeden önce bu sistem içerisinde ülkeler nasıl hareket etmişler onu anlatan bir yazı var ch9'da. Belçika ve Çin örneği verilmiş. Aralarında gerek nüfus gerek yüzölçüm bağlamında büyük farklılıklar. Her iksi de kendi egemenliklerini korumak için ne yapıyorlarmış bakalım. Belçika sınırlı kaynaklarına karşın bölgesel ve uluslararası düzeyde organizasyonlar ve ittifaklar içierisinde kendine yer edinerek silahlanma yarışında kendine bir yer kapmak için uğraşırken, Çin zaten bölgesel büyük bir güç ve geniş bir ülke olmasından dolayı tek yanlı bir askeri strateji ile güvenliğini sağlamakta.

Şimdi de kutuplaşma olayına girelim. Biraz önce tek, çift ve çok kutuplu olmak üzere sistemin yapısı üzerinde durmuştuk. Çünkü sistem içerisinde devletlerin eğilimlerini etkileyen faktör kendisinden daha güçlü olan ülkelerin varlığı idi. Günümüzde bunun en güzel örneği ABD. Şimdi devam edelim; tek kutuplu dünya günümüzde ABD ergemenliği altındaki dünya durmakta. Gerek ekonomik gerek askeri, her alanda söz sahibi olan bir ülke. Daha fazla bahsetmeme gerek yok, son elli senede ABD'nin politikasını biraz bilenler ya da araştıranlar bilirler.

İki kutuplu dünye için soğuk savaş dönemi en güzel örnek olmakta. ABD ve Sovyet Rusya arasındaki gelişmeleri hepimiz bilmekteyiz. Buraya da fazla değinmeye gerek yok diye düşünüyorum

Çok kutuplu dünya için hoca fazla bir şey sölemedi. Benim bir sorum vardı 2. Dünya savaşı öncesi güç dengeleri için böyle bir örnek verilebilir mi diye hoca hayır demişti. O dönemi kendi başına inceliyorlarmış. Çok kutuplu dünya için örnek olarak 1. Dünya savaşı öncesi Avrupa arenası ve Osmanlı İmp. söz konusu. Almanya, Avusturya Macaristan, Fransa, Rusya, İngiltere. Ama özellikle İngiltere burada büyük bir unsur. Daha fazla deetay için ch12'de Amerika'nın 20yy'dan itibaren uyguladığı dış politikadan bahsedilmekte. İlerleyen saatlerde halim olursa biraz daha değinebilirim şimdilik bu kadar.

15 Haziran 2009 Pazartesi

Msn

Mısın misin.... Emektar kendini bırakınca tabi, msn de gitti. En çok da şu giden smileylere üzülüyorum. Botokslu kadınlara benziyor msn konuşmalarım, mimiksiz.

Emektar

Ahaha dün gece gece bigisayarım takıldı ve sonrasında işletim sistemi yükleme hatası verdi lanet olasıca. Herşeye rağmen affettim seni ama komputer; kuzene de buradan selam ederim hayatımı kurtardığı için. Beş saat küsür düzeltmeye çalıştı, zaiyat fazla sayılmaz ama ters yerlerden darbe aldık; D sürücüm sapsağlam ayakta ama uluslararası ödevim silindi ve kaynakları da, ve masaüstü kaynaklı bütün dosyalar. Ühü ühü böyle ağlarmış gibi yapayım dedim ama gerçekten sinir krizine ramak kalmıştı.

Seni hala seviyorum bebek, canımsın...

10 Haziran 2009 Çarşamba

Pencere


Daha içerilere açılan bir pencere var. Az önce açtım, perdeyi aralayınca görülecek. Merak ederseniz bir bakın.

8 Haziran 2009 Pazartesi

Uluslararası İlişkiler Ders Notu- Machiavelli'nin prensi

Machiavelli eserinde devletin başına gelecek olan prens için tavsiyelerini açıklamaktadır. Devlet adamı olacak kişi herşeyden önce devletin bekası için uğraşmalı ve her hareketi bu amaca yönelik olmalıdır. Tam anlamıyla bir realist olan Machiavelli için amaca ulaşan yer yol mübah sayılmaktadır ve bü yüzden hareketlerinde etik değerlerin ikinci plana atılmasında sorun yoktur. Zaten kendisine göre de insan özünde kötü bir varlıktır, bu yüzden hükümdarın da farklı olması teknik olarak beklenemez. Özellikle Prens eserinde incelenmesi gereken bazı konular var bunlardan bazıları, daha doğrusu bu yazı derste işlenenlerle akalı olarak göreli basit metin olacaktır ve alt başlıkları ingilizce olarak yazacağım notlarla uyulması açısından; bunlar cruelty vs mercy, genoristy vs parsimony ve vices vs virtues olarak ağırlık kazanmakta.

CRUELTY VS MERCY:

Prens'in merhametli mi yoksa zalim mi olması gerekir yönünde bir soru cevabı olarak değerlendirme yaparsak daha iyi oalcaktır. Machiavelli'ye göre prens her ikisine birden sahip olmalıdır, fakat her ikisini birden aynı anda yapmak zor olacağından korkulan bir hükümdar olmanın her zaman için tercih edilme nedeni olduğundan bahseder. Yanlız burada altını çizdiği önemli bir nokta vardır; prens zalim olurken kendisinden nefret ettirmemeli ve halkın saygısını kazanmalıdır. Kendisinden nefret edilmesinin olumsuz sonuçları biraz düşünüldüğünde görülebilir.
Zalimliğini kanun uygulama ve ceza verme işlemlerinde gerçekleştirmesi gerekirken, halkın malına ve namusuna karşı herhangi bir tacizde bulunmaktan tamamen kaçınmalıdır. Zalimlik sürekli halde gösterilmemesi gereken bir değerdir ve yerine göre kullanılmalıdır.

GENEROSITY AND PERSIMONY:

Machiavelli bir üstte olduğu gibi buradada, kükümdar için cömertlik ve cimrilik arasında, cimriliği öne çıkarır. Fazla eliaçık olmak hükümdar için iyi bir davranış olmayacaktır, fazla iyi olmaya gerek yoktur. Tabi ki üste olduğu gibi cimriliği de uzun vadede abartmadan yapmak hükümdarın nefret edilen biri olmaması yönünde önem göstermektedir.

VICES AND VIRTUES:

Machiavelli'ye göre prensin erdemlik anlayışı da günlük hayatta olduğundan biraz daha farklıdır. Sonuç olarak devlet yönetiminde realizm söz konusu olduğundan erdem anlayışı da bu bağlamda incelenmelidir. Machiavelli " erdem sahibi hükümdarın en temel özelliğinin, en temel hedeflerine ulaşmak üzere zorunluluğun gerektirdiği her şeyi – yapılacak şey ister erdemli ister erdemsiz olsun- yapma isteği olarak belirler." Burada da etik üstünde bir esneklikten bahsedilmektedir. Ayrıca hükümdar iyi biri olmasa da kendine karşı nefret toplamamak için iyi biriymiş gibi görünmeli, pis işleri başkalarına yaptırmalıdır. Erdem konusunda uygulanması gerekn diğer şeyler olarak şöyle bir alıntı yapmak istiyorum.

"Machiavelli: “...Saydığım niteliklerden iyi olanların bir hükümdarda bulunmasının övgüye değer olduğunu herkes kabul eder; bunu biliyorum. Ne var ki bunların tümünün bir arada bulunması, bunların tümüne uyulması insan doğasına uygun olmadığından hükümdarın en azından kendisini yerinden edecek derecedeki kusurlardan kaçınmayı bilmesi gerekir. Diğer kusurlara gelince, hükümdar bunlardan kaçabiliyorsa kaçsın, kaçınamıyorsa fazla tasalanmasın.” Machiavelli’ye göre her yönden iyice bakıldığında iyi görünen meziyetlerin yıkımı getireceğini, kötü görünenlerin ise güvenlik ve seneklik sağlayacağını ortaya koyar. Böylece hükümdarın nasıl olması gerektiği belirlenir: “Yaşananlarla yaşanması gerekenler arasında o kadar fark vardır ki yapmakta olduğunu, yapması gereken uğruna bir kenara bırakan kişi, varlığını korumaktan çok yok olmayı öğrenmiş olur. O halde, varlığını sürdürmek isteyen bir hükümdarın iyi olmayı öğrenmesi ve koşulların gereklerine göre davranmayı bilmesi lazımdır” (Machiavelli,1994:77-79"

Machiavelli'nin Prens'i için yazılabilecekler ders içeri adına bu kadar. Umarım yazdıklarım ve alıntı işine yarar.

Alıntılar http://www.genbilim.com/content/view/1670/90/ adlı sitede bulunmaktadır isteyenler daha fazla bilgi için bakabilirler.



22 Mayıs 2009 Cuma

Bağlanmayacaksın

Şiirin birinde yazıyor yine şairin ismi lazım değil;

"Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki. "...

"Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak..."

Hepsi iyi güzel de, öyle de hayattan nasıl keyif alacaksın. Az üzülmek için az sevinmek, az ağlamak için az sevmek. Madem her ödülün bir bedeli var, ödülü doya doya yaşarken bedelini de ödemek niye zor gelmekte. Ucundan tutmam, tutmayacağım da.

O olmadan da yaşar insan,
Ama bir yeri eksik olur gülüm.
Tadı yoksa sensiz ömrün,
Kendine yetsen de alamazsın tadını günün...

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Ya Şimdi Ya Asla

Böyle bir söz vardı; "Ya şimdi ya asla" diye çok doğru bir laf, zaman geçtikçe, tecrübe edindikçe anlıyor insan. Bazı şeyler ertelemeye gelmez. Mesela sağlık; bir anda yığılıverirsin kenara kalırsın orada. Bir diğeri de sevgidir gösterilmesi ertelenemeyecek, bir o kadar da önemli hatta hayati. Göstermek için birşeyleri beklersen, sonunda ya ömrün yetmez ya da sevgili beklemez.

Çok önemli şeydir sevgi; görmek kadar göstermesini de hem bilmek hem de ertelememek gerekir.

Dedikleri gibi;

Ya şimdi ya asla...

Ayrıntı


Şeytan ayrıntıda gizlidir diye bir kitap vardı, bilmem kim yazmış ismi lazım değil. Biraz daha düşündüm de hayat ayrıntıda gizli aslında. Küçük detaylar; dikkat edilmesi gereken, ertelenebilir gibi görünen ama aslında hiç de öyle olmayan, şakaya gelmeyen ayrıntılar. Bir anda hayatınızı allak bullak edebilen ayrıntılar. Daha da elem verici olan bu ayrıntılar anca düşerken görünüyor, hani derler ya hayatın bir film şeridi gibi gözlerin önünden geçmesi aynen öyle oluyor.

Düşerken görülüyor ayrıntılar... Şimdi iki seçenek duruyor yer çarpamaya az kalmışken; ya tamamen düşüp öleceksin ve hayat da ayrıntılarıyla beraber bitecek, bir diğer durum ise yere o denli sert çarptıktan sonra, atladığın o detaylar artık hayatının bi parçası olacak hiç bırakmayacaksın sımsıkı tutacaksın bir daha düşmemek için. Her zaman ikinci bir şanstır yoktur çünkü hayatta, olanakları iyi kullanamayınca elinden kayar gider.

Ben şimdi nerede miyim? Komadayım düşme sonrası, makineye bağlanmış durumda; ya tam anlamıyla fişim çekilecek ya da bir ikinci hayat öpücüğü gelecek.

Hayatı beklemekteyim, güzel günler için güneşli günler...

14 Mayıs 2009 Perşembe

Sanatta Güzellik ve Nü

Ne demek istediğim belki tam olarak anlaşılmayacak başlıktan ama okurken anlarsınız. 22 salağın bir topun peşinden koşturması mantığında bir izlenim belki ama sergilerde filan bu kadın vücudu üstüne boyamalar nedir? Hep iki göğüs ve bir vajina, ve niye bundan daha fazlasını hissedemiyorum bakarken tuvale? Sorun benim sığlığım mı; gereğinden fazla sorun eden ben miyim, yoksa kadının cinselliğinin her zaman gözler önünde olmasının başka bir sebebi mi var?

Antik Yunan zamanlarından kurtulursak günümüzde erkek nüleri yok denecek kadar az ya da ben görmüyorum. Ya heykel çalışmaları bayanların vücudları ver kıvrımları üstünde. Amaç ne biri bana anlatsın.

Tamam erkek vücudu kıllı mıllı normalde ama buradaki resim, yani kadınlar da her zaman tüysüz bal dök yala durumlu değiller. Güzel kadını mı bulmaya çalışmakta acaba sanatçılarımız? Ya da sorun güzel kadından ziyade güzelliğin kendisi mi aranan?

Freud demiş ki; " Cinsel organların kendisi, insan vücudunun güzellik yönünden gelişiminde yer almamıştır: Onlar hayvan olarak kalmış ve böylece sevgi de şimdiye kadar olduğu gibi gerçekte hayvani olarak kalmıştır." Zaten dikkat edilirse birine güzelliği ithaf ederken, sadece kıyafet üstünden gördüklerimizle yorumlarız.

Hiç bir kadının vajinası ya da erkeğin penisi ile bir bütün olarak görüldükten sonra güzellik yorumu yapan olmuş mudur? Sanmıyorum ama siz bir inceleyin belki de yamuluyorumdur.

Neyse konu dışına dağılmayalım; Şu hatunları çizerken pornografiden biraz daha uzaklaşsak nasıl olur? Ayıp tüh kaka demiyorum ama tuvale de öyle 10 dk bakamıyorum incelemek için, yani çırılçıplak bir kadın resminde ne inceleyebilirsin ki?

Biri benimle tartışsın bunu, seviyorum sizi.

Balıkçı Çocuk ve Kediler


5 Mayıs'ta tek başıma gittiğim gölgeye övgü sergisine girmeden önce giriş katında yer alan sergiden bir resim "balıkçı çocuk ve kediler". Orhan Peker'in bi çalışmasıymış, yağlı boya filan da yazıyordu ama oraları hatırlamıyorum. Hatırladığım kediler ile balıkçı çocuk arasında resimde bir bağ işlemiş olduğu.

Balıkçı çocuğumuzda etrafındaki kediler gibi, balıklara imrenek bakmakta. Hatta onlar gibi durmuş çocuğumuz, iştahlı ve üzgün gözlerle bakmakta balıklara. Kedilerden tek farkı belki de nefsine hakim olarak balıklara girişmemesi ve kendisi gibi bakan kedileri balıklardan uzak tutmaya çalışması belki de.

Resmi incelemek isteyenler için buraya bir adet koyuyorum. Siz de bakın, bakalım siz ne göreceksiniz?

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Uluslararası İlişkiler Ders Notu- Melian Dialogue

Her ne kadar İngilizce bir başlık koysak da içeriğini Türkçe vereceğim. Melian Dialog nedir bir inceleyelim:

Thucydides tarafından yazılan "History of the Peleponnesian War" adlı eserinden bir bölümdür Melian diyalog. Thucydides'in bu eseri; tarihte ilk defa realizm ve idealizm karşılaştırılmasıdır. Atinalılar ve bir Sparta kolonisi olan Melianlıların Melos'u arasındaki diyalogu anlatır. Güçsüz Melos ile Atinalılar arasında geçen bu konuşmada tarihteki ilk idealizm ve realizm örneklerine rastlayabiliriz. Özellikle güç ve gücün kullanımı hakkındaki diyalog içerisinde geçen teoriler günümüz realizmine ışık tutar görünmektedir.

Diyalog içerisindeki konulardan bazılarını anlatmamız gerekirse adalet ve adaletsizlik üzerine geçen konuşmalar dikkat çekebilir. Güçlünün güçsüzü ezmesinin Melos ve Atina tarafından ayrı yorumlanışlarını görmekteyiz. Melos'un; güçlünün kendi gücünden daha aşağıda olan birisine karşı olan tavrı ki günümüzde bunu "orantısız güç" olarak yorumladığımız yerler olmuştur, etik olmayan adaletsiz bir davranış olarak belirmekteyken, Atina tarafından güç dengesinin olmadığı bir yerde adalet ya da adaletsizlik kavramlarından bahsedilmenin anlamsızlığı belirtilmiştir. Atinalılara karşı mutlak bir itaatı reddeden Melos, Atinalıların halkını yok etmesi tehditlerinin ahlaki bir değer taşımadığını ifade ederken, Atinalılar ise güçlüye karşı böyle bir ithamda bulunmanın yanlış olacağını çünkü hak, adalet gibi değerlerin sadece güçlüler tarafından belirlenebileceğinden bahseder.

Diyalog içerisindeli diğer bir konu ise, gücün gösterimi ile ilgilidir. Melos'un Atinalıların üstünlüğü her ne kadar kabul etmiş olsa da, mutlak bir boğun eğme durumu olmadığından daha doğrusu Melos'un Atina ve Sparta arasındaki savaş arasında nötr kalması yönündeki isteği Atina tarafından kesin bir dille reddedilmiştir. "ya bizdensin ya onlardan" mantığındaki bireyselci bakış açısı ki bunu en sık gördüğümüz yer realizm olmaktadır, güç sahibinin elindeki gücü sonuna kadar kullanmasını öğüler. Gösterilmeyen gücün güç olmadığını savunan Atina, Melos ve halkını haritan silmekten hiç çekinmeyecektir. Tamamen devletin bireysel çıkarcılığı üstünden giden Atina için üst paragrafta da belirtildiği gibi herhangi bir etik kaygı olmadığından, böyle bir gücün şov amaçlı gösterimi konusunda da herhangi bir çelişki söz konusu değildir. " The strong do what they can and the weak suffer what they must." sözü de tam bu noktada Atina'nın gücün kullanımı hakkındaki düşüncelerini vurgulamaktadır. Onlara göre güçlü her zaman için güçsüzü ezmeli, gücünü ispat etmelidir; aksi takdirde güçlü olmanın bir anlamı yoktur ve eğer kendileri de bir gün buna benzer bir durumda kalırlarsa aynı kendilerinin Melos ve halkına yapacakları gibi, kendilerine de böyle birşey yapılmasını bir "hak" oalrak görürler. Sonuç olarak gücün eşit dağılmadığı bir ortamda hak ve hakkın olmadığı bir yerde de seçme özgürlüğünden bahsetmek uygun görünmemektedir.

Melian diyaloğunda göze çarpan başka bir nokta; Melos'un Atinalılara karşı gösterdiği idealist ve umut dolu tavırdır. Atinalıların kendilerine yapacaklarından dolayı cezalandırılacaklarını, Tanrı ve Sparta'nın öçlerini alacaklarını düşünmekte ve bununla kendilerini avutmalarıdır. İyi niyetli bu yaklaşıma karşılık, Atinalıların tanrıların sadece güçlülerin yanında olmasına yönelik konuşmaları da realist yaklaşımın bir parçası olsa gerektir.

Çıkarlabilecek başka bir nokta ise, çoğu tarihi filmde de rastladığımız, onur ve hayatta kalma arasındaki çelişkinin vurgulanmasıdır. Atinalılar kendilerine biad edildiği takdirde Melos ve halkının yaşamasına izin vereceklerinden aksi takdirde onları yok edeceklerinden bahsetmektedir. Ne var ki Melos, Sparta ilkesinin bir örneği olarak onurlu bir ölümün, onursuz bir yaşamdan daha iyi olacağından bahseder ve tehditleri Tanrı ve Sparta'ya güvenerek görmezden gelir. Atinalılar ise yaşamadıktan sonra onurun hiçbir işe yaramayacağına dair savunmada bulunur.

Melos'un halkı ile konuşmak isteyen Atina'ya da tepki gösteren Melos, onların böyle bir durumda sağlıklı karar veremeyeceklerinden ve duygusal davranacaklarından bahseder. Melos için politika sadece devleti yönetenler arasında yapılması gereken birşey olarak kalmalıdır. Karmaşık konuşmalar halkın aklını olumsuz yönde etkileyebilecektir.

Genel olarak Melian diyaloğuna baktığımızda Atina'nın realist ve Melos'un idealist bir tutum içerisinde olduğunu görmekteyiz. Realizmin ilkeleri üstünden yapacağımız incelemelerde, bireysel çıkarcılık ve çıkarlar için görmezden gelinen ahlaki değerler bu konuşmada oldukça vurgulanmaktadır. Realizm'in vurguladığı anarşi durumunda ve özellikle Hobbes'un "doğa hali" denen anarşik düzeninde de belirtildiği gibi, güçlerin eşit olmadığı yerlerde ahlaki değerlerden ve adalet, hak gibi kavramlardan bahsedilemez. Hak olarak görülebilecek şey, güçlünün güçsüzü yok etmesi yönünde gerçekleşmesi olağan durumdur. Thucydides'in Melian Diyalağu M.Ö. yıllarından günümüze gelen ili akım olan realizm ve idealizmin karşılaştırılması yönünden faydalı bir çalışmadır.

3 Mayıs 2009 Pazar

Komünizm üzerine bir düşünce

teoridekine bakıldığında mümkün ve güzel, pratikte ise başa bela bir sistem olarak göze battığından, teorinin uygulanması ütopik bir durum olmaktadır. sonuçta yine baştaki insandır ve insanoğlu yapısında bireycilik her zaman var olmuştur, olacaktır. bütün insanların altruist yani diğerkam olması - “başkalarının yararını da kendi yararı kadar gözetme” ya da “diğer insanlara maddi veya manevi kişisel çıkar gözetmeksizin yararlı olmaya çalışma ve ‘bencillik karşıtı hareketler’de bulunma” - durumunda gerçekleşmesi muhtemel bir sistemdir. Ama böyle birşey olması da ancak teoriden ibarettir.

thomas more'un ütopyasında bakıldığında bile komunizm tarzı bir sistemle yönetilen bir toplum söz konusudur ki orada bile toplumsal değer yargılarına ters düşen şeyler söz konusudur; örnek olarak belirli bir sayı üstünde çocuk yapanlar, fazla çocuklarını çocuğu olmayan ailelere vermektedirler. herkes aynı şeyi yemek zorundadır, yine katı kurallar söz konusudur. ütopya insnaları erkekler, kadınlar ve katogorize edilmiş diğer insanlar birbirinden ayrılmak için farklı ama aynı kıayfetler giymektedirler. bireysel farklıların tamamı ile yok olduğu bir durum vardır ortada ki böyle bir yapılanmayı "düşünen insan" olarak kabul etmek ne kadar insan mantığına uymaktadır. orwell'in 1984 adlı eserinde ise komunizm olayı eleştirilmektedir. düşünce özgürlüğü bile farklılaşma adına yasaklanmıştır, ölüm suçudur. uç örneklerden vazgeçelim bir an için ve son 100 yıldaki komunizm ile yönetilen toplumlara göz atalım.

sovyet rusya'nın komunizmi altında amerika süper gücüne karşı bir blok oluşturma sevdası yatar ve 1. dünya savaşından çıkmış bir ülke için totaliter bir rejim uygulanması mantıklıdır. kapaı ekonomi anlayışının egemen olması mantıklıdır, nitekim gelişmekte olan ülkeleri liberal piyasanın ne hale getirdiği görülebilmektedir. ne demiştik evet, 1. dünya savaşı sonrasında avrupa'ya bakıldığında rusya'da komunizm ya da pratikte stalinizm diye geçen bir yönetim anlayışı vardır. ekonomik olarak incelendiğinde italya'daki faşizm ile aralarında birçok benzerlik bulmak mümkündür.

"ekonomik bakımdan geri kalan ülkelerde, halk çoğunluğunun sefalet içinde bulunmasıi birtakım aksiyon gruplarını ortaya çıkarır. hükümet adamlarının toplum sorunları karşısında yetersiz kalmaları sonucu ortaya çıkan husursuzluk ve kaygılari zaman ilerledikçe bir politik ve ekonomik sistem değişikliği platformu üzerinde toplanır. mevcut yönetime karşı beliren ve çeşitli olaylarla beslenen güvensizlik havası, aksiyon gruplarının nümayişlerle harekte geçmesine ve dönmesine neden olur. hükümete karşı baskılar gittikçe artar. genel grevler, yer yer isyan hareketleri çıkar. süikastlar ve sabotajlar başlar."*(toker,12). şimdi buraya kadar bakıldığında 1. dünya savaşından çıkan bir rusya ve bolşevik isyanı filan düşünüldüğünde durum biraz netlik kazanmaktadır. devamı da şöyle gelmektedir.

"bugüne kadar halk kitleleri arasındaki eşitsizlikten en çok komunistler yararlanmışlardır". bu kısımda tanıdık gelmekte midir acaba biraz düşünün. " sosyal adaletsizlik, komunizmin doğması ve gelişmesi için en uygun ortamdır" çünkü sosyal eşitlik, sınıflı bir sınıfsız toplum yaratma gibi vaatlari vardır komunizmin. "eğer o ülkenin anayasası ve ceza yasaları, komunist düşünce ve faaliyetleri yasaklamakta ise o zaman ismen sosyalist, ama esasında komunist partiler kurulur. bu partilerin amacı bir askeri, ya da sivil darbeyle mevcut düzeni devirmek, milliyetçiliği ve dini duyguları yok etmek ve sonunda komunizmin enternasyonel idealini o ülke içinde yerleştirmektir"*(toker,12). komunizm her ne kadar milliyetçiliği yok etmek amaçlı dense de pratikte geçmişe bakıldığında rusya ve günümüzde kuzey kore için nasıl bir durum söz konusu olduğu ortadadır. italya'daki faşizm de zaten bu aksiyonlara bir tepki olarak doğan akımdır ki komunizm incelenirken faşizm ile mukayese edilmesi gerekmektedir kanımca.

komunizmin süreçte nasıl işlediği az çok belli olmaktadır. çalkantılı dönemlerde halklar ve haklar üzerinden siyasi oyunlar söz konusudur. teoride iyi niyetli görünen bir uygulma olarak görünse de pratikte durum malesef istenildiği ölçüde gerçekleştilememektedir. yine orwell'in hayvan çiftliği eserinde domuzların önderliğinde başlayan komunal hareket sonrasında yerini insanları aratacak bir totaliter rejime bırakmıştır. yani uygulanışında robotlar değilde insanlar ve doğası gereği ego sorunu söz konusu olduğundan komunizm pek de tercih edilmesi gereken bir sistem değildir.

bir de komunizmin komunal düzenden geldiği kabul edilirse de ilkel komunal dediğimiz durumun yine bir reis ve etrafında serf kıvamında işçilerden meydana geldiğini görebiliriz ki sonrasını feodal düzen teşkil etmiştir. " sezar zamanında roma'nın askeri bilrlikleri cermen aşiretleri ile ilk kez karşılaştıklarında, cermenler çobanlık ve çiftçilik yapan yarı göçebe topluluklardı, tarım ormanlık alanlardan açılan bölgelerde yapılıyordu. toprakta komunal mülkiyet sözkonusuydu. her yıl aşiret liderleri, toprakları kabileler ve haneler arasında dağıtıyor ve topraklarda tarım faaliyetleri klanın üyeleri tarafından ortaklaşa olarak yürütülüyordu, bu periyodik dağılımlar, kabileler ve kabile üyeleri arasında büyük servet farklılıklarının ortaya çıkmasına engel oluyordu, hayvanlar ise özel mülkiyet altındaydı" **(güran,25). bu olayın geçtiği tarih ise sezar zamanındaki cermen aşiretleri ile ilgilidir yani. oldukça eski sanırım ve bakıldığında şartların ilkel olduğu paylaşımın daha mantıklı göründüğü bir ortam söz konusu, malesef 2000 yıldan fazla olmuş bu sistemin iş yaparlığı. muhtemelen roma'nın satın aldığı cermen kabileleri ile bu düzen de bitmiş olmalı diye düşünmekteyim. sonuç yine insan egosu...

bu yazıda amaç komunizmi kötülemek ya da yüceltmek değildir, sadece nesnel bir bakış açısı ile komunizmi tanımlamak ve eleştirisini yapmaktır. bu kadar uzun bir giri yazmak nasip oldu mutluyum sevinçiliyim yaşasın okulumuz diyeceğim. yüksek lisans tezi olarak düşündüğüm konu içerisinde yer alan sistemler içerisinde komunizm ve faşimde var.

Komunizm olayına tekrar geri dönersek ve hatta olaya marx amcamızı da katarsak, onun da teorisinde bir ekonomik sistem varlığı gözlenebilir. yani bu sistemdeki amaç ekonomik kaygıdır. her durumda komunal olan "toprak"tır, ne kadar sınıfsız bir toplum olursa olsun, sosyal anlamda bir sınıfsal ayrılık her durumda mevcuttur.

*faşizm, toker yayınları, 1998.
** iktisat tarihi, prof. dr. tevfik güran.

8 Nisan 2009 Çarşamba

Takıntılarım vol.1

Vapur yolculuğunda eğer teksem; kıç tarafından dışarı çıkmadan önceki yangın söndürme tüplerinin yanlarındaki koltuklara oturduğumu, sırtımı ve bir yanımı -ki muhtemelen sağ yanımdır-  duvara verdiğimi, bütün katı görebildiğim ve bu yüzden daha rahat ettiğimi, arka çıkışa yakın olduğumu ve her gün burayı kapmak için yırtındığımı biliyor muydunuz?

30 Mart 2009 Pazartesi

Kan ve Sigara

Sabah da olmuştu bak yine oldu şimdi; kan kusuyorum. Abartmazsak boğazım şişti bademcikler birbirine değecek az sonra, yutkunamıyorum boğazımı temizledim, tükürdüm ve sonuç kanlı. Fazla yaşamam herhalde bu gidişle. En azından birkaç sene daha istiyorum yaşamak için okuldan mezun olsaydım içimde kalmasın. 

Ya da daha fazla sene için sigaraya mı bıraksam acaba? En azından acı çekmem; vs... Neyse devam edeceğiz yaşantımıza. İtirafname de akşam dolmadı ama... İtirafname mi desem savunmamı bilemem ama bir iddaanameye cevaben yazıldığı aşikar. 

Kan ve sigara diyince aklıma geldi;

Kan ve gül,
Gül ve diken, 
Aşkım ve sen,
Birbirine dönük sırt sen ve ben...

Bilmem anlatabiliyor muyum?






Peki öyle olsun.


12 Mart 2009 Perşembe

Bir şarkı sözü

"Show me that you love me and that we belong together.
Relax, turn around and take my hand.

I can help you change
Tired moments into pleasure..."

9 Mart 2009 Pazartesi

Standby

Yalancı bahar derler ya hava ısınır kış ayının ortasında filan, çiçekler açar sonra bir anda ayaz ve soğuk... Bir bakarsın sonra dallar kalmış çırılçıplak, bir başına karakışın ortasında. Kim bilir ne hayalleri olur ağaçların, meyveleri için ilk adımlarını atarlar rengarenk çiçeklerle ama habersizlerdir başlarına geleceklerden. Ya da beki de haberdardırlar her kış olur ne de olsa ama herşeye rağmen tekrar tekrar, bile bile lades derler ya ondan işte, göz göre göre kırılırlar sanki acıdan zevk alır gibi.

Yoksa onlarda mı insan gibi acıdan zevk alıyor. İnsan gibi ne kadar mutlu olma arzusu içinde olsa da içten içe bir acı çekme ritüeli ile dolu oluyor. Acının verdiği o zevk, bilmiyorum ben sevmem acı çekmeyi, her ne kadar aşık olmanın bir sonucudur acı çekmek ama yine de sevmem. İşte dediği gibi üstadın "Ahmak hayal etmezse helak olurmuş", benimki de aynı hesaba geliyor. Ağzım yanmadan bir kutu isot yemeği istemek gibi benimki. Hayaldan öteye gitmiyor adımlarım ve karanlıkta göremiyorum önümü.

Işığı mı söndü tünelin ucundaki güneşin, yoksa kalbim karalar mı bağladı bilinmez ama t-shirt üstü baskı yazısında olduğu gibi " something somehere terribly went wrong".

Bu kadar şeyi niye yazdım o da ayrı bir konu. Kim okusun diye yazdım bir anlık sinir ve üzüntü birikimi çıktı satırlardan biraz hayak kırıklığı ve aşk kokusu biraz da, yağmur sonrası havadaki toprak kokusu gibi. 

Televizyon saçmaladı, standby düğmesi nerede bunun, he buldum sanırım, çabuk bas hadi.

Yarın sabah 5 ten sonra gelecek sağana_________________ .

Parabola-2

This body holding me reminds me of my own mortality.
Embrace this moment. Remember; we are eternal,
all this pain is an illusion.

Parabola-1

Recognize this as a holy gift and celebrate this
chance to be alive and breathing...

7 Mart 2009 Cumartesi

On bir dakika ve Zaman

Paulo Coelho'nun On bir dakikasından; 

"Doğmanın zamanı var, ölmenin zamanı var
Fideyi dikmenin zamanı, sökmenin zamanı var
Öldürmenin zamanı, sağaltmanın zamanı var
Yıkmanın zamanı, inşa etmenin zamanı var
Ağlamanın zamanı, gülmenin zamanı var
İnlemenin zamanı, dans etmenin zamanı var
Taş atmanın zamanı, taş toplamanın zamanı var
Sarılmanın zamanı, ayrılmanın zamanı var
Elinde tutmanın zamanı, dikmenin zamanı var
Susmanın zamanı, konuşmanın zamanı var
Sevmenin zamanı, nefretin zamanı var
Savaşın zamanı, barışın zamanı var."

Peki ya aşkın zamanı var mıydı; karanlık bir orman içerisinde çaresiz bekleyişlerin bir ışığı mıydı aşk? Sonunda görülen bir ışık yani zamanı geldiğinde ya o zaman hiç gelmezse... Peki insan aşık olmaya hazır mı olurdu yani tam zamanı geldiğinde mi aşk kendini belli ederdi, yoksa temmuz ayında bir dolu sağanağı gibi zamansız ve bir o kadar da şaşırtıcı mıydı? 



6 Mart 2009 Cuma

On bir dakika ve kader

Yazılan üç sayfa yazı ardından dönüp baktığımda fazla özet olduğu konusunda Zö'm ve Cano ile hemfikir olduk, ben de Paulo Coelho'nun On bir dakika'sı içerisinde kendimce işlendiğini düşündüğüm konular hakkında ayrı yazılar yazma kararı verdim ve on bir dakika serisinin ilk konusunu seçtim: Kader.

Evet; Paulo Coelho'nun seneler önce okuduğum Simyacı adlı kitabında da aynı konuya farklı bir hikaye üzerinden değiniliyordu. Simyacı, rüyasında gördüğü ama varlığından rüyaları haricinde hiçbir şekilde haberdar olmadığı bir hazine peşine, uğruna yaşadığı herşeyi bırakarak yolculuğa çıkan bir çobanı anlatıyordu. Çoban sık sık rüyasında gördüğü hazinenin onun kaderinin sonucu ve bu yola çıkmasını da kaderin ta kendisi olduğunu düşünüyordu. Bu kitapta da kahramanımız Maria seçimlerini kaderin yaptığı görüşünde ilerlemekte ama tam da bu sırada kendi ile çeliştiği yönünde derin şüphelerim olmakta. Bu şüpheler daha çok benim kader ve kadercilik hakkındaki görüşlerimle de ilgili olabilir ama ortada tartışmaya açık birşeylerin kesinliği var.

Kitapta geçen bir kısımdan alıntı yapmak faydalı olacak. " Evet ya da hayır diyebilirdim, beni herhangi birini kabul etmeye zorlayan yoktu. Sokaklarda yürüyor, gelip geçenlere bakıyorum; onlar kendi hayatlarını seçebildiler mi acaba? Yoksa tıpkı benim gibi, kader tarafından seçildiler mi... Kendime zerre kadar acıdığım yok. Lokantadan boş bir cüzdan ile ama onurumu korumuş olarak çıkabilirdim; demek ki kurban değilim ben. Yapabileceği çok şey vardı, ama çoğu insan gibi ben de izlenecek yolu kaderin çizmesine izin verdim" (Coelho,59). Özgür iradesi ile verdiği kararlar konusunda kendisini kaderin ellerine teslim etmesi kısmı konusunda endişelerim var. Kaderin mantığında ne vardır? Kader için, "bütün olayların önceden ve değişmeyecek biçimde düzenlediğine inanılan doğaüstü güç, ezeli takdir." tanımını yapmış vikipedi. Konuştuğum birkaç kişi ile de kaderin yapacaklarımızın önceden belli olduğu yönünde idi. Anlamadığım ve kitapta karakter içinde çelişki olduğunu düşündüğüm şey tam da burası, benim farklı yorumlama sorunumdan kaynaklı da olabilir ama yaptıklarını kader ile bağdaştırmak çok ucuz bir kaçış yolu. "Ben böyleyim çünkü kader bana bunu çizdi" demek çok basit bir yaklaşım.

Evet kaderin bir parçasında tanışmak vardı, kader bir yoldu ayrımları ile beraber ve her ayrımda birşeyler kazanıp kaybediyorduk. Maria'da kolay yoldan daha fazla para kazanmak ve düşlediği varlıklı dünyayı kazanmak uğruna, manevi değerlerini kaybetmeyi göze aldı. Kader yani benim benzettiğim şekli ile yol onu bir seçime getirmişti ve hepsi buydu. Gitmesi gereken yolu seçen kendisi idi ve her seçilen yol kendi içerisinde tekrar şekillenmekteydi. Kader bir yoldu ve yol şiirde dediği gibi Yılmaz Erdoğan'ın bir yere gitmiyordu. "yol yoluyla gidebilir yare, yoldan çıkabilir apansız, ve ömür bitebilir yoldan önce" ama daha fazlası değildi yol, olasılıkları değerlendirmek için kullanılan bir araçtan daha fazlası değildi. Ve her yol ayrımında birşeyler kazanıp kaybediyordu Maria da her insan gibi, hayat verdiği kararların bir sonucu idi. Sonuç olarak Maria kendisini kadere teslim ettiğini düşünse de, olan şey sadece yaptığı seçimlerin bir yansımasıydı.

21 Şubat 2009 Cumartesi

Tosun ve ben...

Tosun ve ben, ben ve tosun, o ve ben, ben ve o, biz ikimiz... Aslında tekiz. 2001'den beri süregelen bir arkadaşlık, hatta dostluk. Aileden biri tosun, hem de fazlasıyla. Bir nevi kardeş, ben ve o, biz tekiz bir kişiyiz. Birbirimizi tamamlayan, nötrleyen bir asit baz karışımıyız. Sayı doğrusunun eksi ve artı yönleri...

Tarz olarak o kadar zıtız ki, yoldan birini çevirsen bu ikiliden dost olur mu desen belki de bunlar aynı masaya bile oturmaz der
. O kadar farklı iki kişilik ama ortaya çıkan mükemmel bir sentez. Tadından yenmeyecek bir karışım, sırrı var mı diye sonralara; şefin özel tarifi bu, söylenmez ki.

Dışarıdan ne kadar zıt görünsek de aslında beyin olarak o kadar çok uyuşuyoruz ki, en uyuşmadığımız yerde bir bir ortak nokta çıkıyor detaya inince. Tarzlarımız ve ilgilerimiz; müzik, sinema, giyim, okul, takım, hobi... Detayları ile sürebildiğince kalabalık bir farklılık söz konusu. Görünen kısımda tek ortaklık futbola olan düşkünlüğümüz ve zamanında aynı sınıfta önlü arkalı oturmamızdı. Şöyle bir geriye bakınca yaptığım en doğru tercihlerden biri tosun. Adını tanıyanlar bilir ama biz isim kullanmayız, tosun da birleşiriz. 

Bugün yine buluştuk gece vakti derin konulara vardık; kadın erkek ilişkileri, gelecek, kaygılar, beklentiler, istekler ve ihtiyaçlar karmaşası. Arabayı çektik boğaza hakim bir yere, ki öyle bir yere kız anca sevgili ile gelinir belki de ama o muhabbet sevgilinin yerini tutmaz kimi zaman . Güzel bir geceydi her zamanki gibi.

Benim tam zıt tarafım, tosunum, dostum... İyi varsın tosun, herşey için teşekkürler...


Not: Bunu yazan  tosun ... sen anladın onu :)