21 Şubat 2009 Cumartesi

Tosun ve ben...

Tosun ve ben, ben ve tosun, o ve ben, ben ve o, biz ikimiz... Aslında tekiz. 2001'den beri süregelen bir arkadaşlık, hatta dostluk. Aileden biri tosun, hem de fazlasıyla. Bir nevi kardeş, ben ve o, biz tekiz bir kişiyiz. Birbirimizi tamamlayan, nötrleyen bir asit baz karışımıyız. Sayı doğrusunun eksi ve artı yönleri...

Tarz olarak o kadar zıtız ki, yoldan birini çevirsen bu ikiliden dost olur mu desen belki de bunlar aynı masaya bile oturmaz der
. O kadar farklı iki kişilik ama ortaya çıkan mükemmel bir sentez. Tadından yenmeyecek bir karışım, sırrı var mı diye sonralara; şefin özel tarifi bu, söylenmez ki.

Dışarıdan ne kadar zıt görünsek de aslında beyin olarak o kadar çok uyuşuyoruz ki, en uyuşmadığımız yerde bir bir ortak nokta çıkıyor detaya inince. Tarzlarımız ve ilgilerimiz; müzik, sinema, giyim, okul, takım, hobi... Detayları ile sürebildiğince kalabalık bir farklılık söz konusu. Görünen kısımda tek ortaklık futbola olan düşkünlüğümüz ve zamanında aynı sınıfta önlü arkalı oturmamızdı. Şöyle bir geriye bakınca yaptığım en doğru tercihlerden biri tosun. Adını tanıyanlar bilir ama biz isim kullanmayız, tosun da birleşiriz. 

Bugün yine buluştuk gece vakti derin konulara vardık; kadın erkek ilişkileri, gelecek, kaygılar, beklentiler, istekler ve ihtiyaçlar karmaşası. Arabayı çektik boğaza hakim bir yere, ki öyle bir yere kız anca sevgili ile gelinir belki de ama o muhabbet sevgilinin yerini tutmaz kimi zaman . Güzel bir geceydi her zamanki gibi.

Benim tam zıt tarafım, tosunum, dostum... İyi varsın tosun, herşey için teşekkürler...


Not: Bunu yazan  tosun ... sen anladın onu :) 

18 Şubat 2009 Çarşamba

Fight Club (Dövüş Kulübü)

Fight Club yani Türkçe adı ile Dövüş Kulübü; 1996 yılında yayımlanan Chuck Palahniuk’un kitabı ve1999 yılında David Fincher tarafından çekilmiş olanı, başrollerini Brad Pitt, Edward Norton ve Helena Bonham Carter’ın paylaştığı, sinema tarihinde kült olmuş aksiyon ve dramı içerisinde barındıran ödüllü bir film. Kült olması ya da değerlendirilmesi olarak ele alalım; verdiği mesajlarla belki de izleyenlerin izledikten sonraki hayatlarını yerinden şekillendirmelerini sağlayan bir film, özellikle günümüz toplumu üzerine getirdiği eleştirilerle adından fazlasıyla söz ettirdi. Ben de film üstünde bir şeyler karalamak istedim; aynı anda hem filmi anlatırken diyaloglar ve sahneler üstünden verilmeye çalışan mesajlar ve eleştiriye tutulan değerler üzerine de yorum yapmaya çalışacağım

Edward Norton’un canlandırdığı anlatıcı karakteri – filmin başı itibari ile gerçek adı hakkında hiçbir fikrimiz yoktur- insomnia rahatsızlığı olan, bir araba şirketinde uzman olarak çalışan yalnız bir adamdır. Şehirlerarası yolculuk yapmakta, şirketinin sattığı arabaların içinde olduğu kazaları incelemektedir. Daha önce uykusuzluk hastalığı olduğundan bahsetmiştik, zaten filmin başlarında kendisini Bob’un- daha sonra öldüğünde adının Robert Paulsen olduğunu öğreneceğiz- büyük fahişe göğüslerine kafasını yaslarken görüyoruz. Rahatsızlığı nedeni ile doktoruna acı çektiğini ve kendisine ilaç yazması gerektiği söyleyen anlatıcı, doktoru tarafından ağır hastalıklar geçiren ve yaşama umutları sayesinde ayakta kalmaya çalışan insanların terapilerine gitmesi istenir. Gerçekten de bu terapilere katılmaya başladıktan sonra anlatıcımız uyku düzenine kavuşur ve bebekler gibi uyumaya başlar, ta ki kendisi gibi başka bir turist ile aynı terapi seanslarında karşılaşıncaya kadar. Marla Singer; anlatıcımız gibi terapilere rahatsız olmamasına rağmen gelen biridir. Marla Singer toplum gözünde beş para etmez, bedavacı, kötü alışkanlıkları olan bir sigara bağımlısıdır. Bedava kahve ve çörek için bu terapilere katılan Marla, anlatıcımız tarafından afişe edilir ve bu şekilde tanışıklıkları devam eder. Devam etmeden önce anlatıcı ve Marla hakkında biraz daha detaya girmemiz, sonrası için daha faydalı olacaktır.

Anlatıcının bir şirkette uzman olarak çalıştığını söylemiştik.. Kendisi bir apartman dairesinin on beşinci katında oturmaktadır. Evinde lüks eşyalar, tam kadro yemek takımları bulunmakta, dergilerde gördüğü ilgisini çeken her şeyi alma meraklısı bir tüketici çılgınıdır. Filmin eleştirdiği konulardan birinin de tüketim toplumu olması yönünde ipuçları vermektedir anlatıcı. Pahalı İsveç mobilyalar, pahalı ev eşyaları, spor aletleri akla gelebilecek çoğu şey anlatıcımızın evinde mevcuttur. Anlatıcı kendisini anlatırken bu yönünü kuvvetle vurgulamaktadır; “zekice bir şey görürsem yin-yang şeklindeki bir kahve masası gibi, ona sahip olmalıydım”, ihtiyacı olmamasına rağmen tüketen bir bireydir hatta birey olmaya çalışan biridir aslında; “ katalogları çevirip merak ederim, ne tür bir yemek takımı beni bir birey olarak tanımlar”. Aldıkları ile kişiliğini oturtmaya çalışan biridir ve burada kişiliğin metalaşması sorunu belirmektedir. Aslında kişiliğin soyut bir kavram ve bir öz halinde olması gerekirken, anlatıcı kendisini aldıkları ile özdeşleştirmeye çalışmaktadır, bunu daha sonraki konuşmalarında da görebileceğiz.

Uykusuzluk sorunu olan anlatıcı aslında filmin başlarından itibaren Tyler Durden karakteri ile tanışmaya başlamakta ama gördüklerinden emin olamamaktadır. Tyler Durden’ın filmde çıktığı ilk yer aslında havaalanında anlatıcının arkasından geçerkenki sahne değildir. Anlatıcımız çalıştığı şirkette fotokopi çeken çalışanların arasında Tyler’ı görmeye başlar. İlk olarak filmin 04.05 dakikasında belirir. “ Uykusuzlukta hiçbir şey gerçek değildir, her şey çok uzak, her şey bir kopyanın kopyasının kopyası” ekranda o sırada ellerinde Starbucks’tan kahveleri ile fotokopi makinelerinin önünde aynı şekilde duran arada bir ellerindeki kahveleri içmek için kollarını kaldıran insanlar vardır ve tam bu sırada Tyler fotokopi makinesinin önünde belirmektedir. Daha sonrasında kamera anlatıcının çöp kutusuna çevrilir ve marka uzayından seçmeler gelir; “I.B.M. yıldız küresi, Microsoft galaksisi, Starbucks gezegeni”. Marka ve tüketim çılgını olan anlatıcımız bakalım kendisi hakkında başka ne demekte; “Eskiden porno dergilere bakardık, şimdi de Horchow koleksiyonu”. Kendisini bitmez tükenmez tüketim hırslı ile tatmin etmektedir, buna karşın binlerce dolar harcayarak aldığı eşyaların kendisine yararı, mastürbasyon dışında yoktur. Buzdolabında ketçap ve birkaç sos hariç hiçbir şey bulunmamaktadır. Evi ne kadar doluysa, buzdolabı o kadar boştur. Anlatıcının Tyler’ı tekrar görmesi 06.18 dakikada oluyor doktor ile terapi hakkında konuşurlarken yine tek kare olarak görünüyor ve bir sonraki görüşü de yine prostat kanseri olanların toplantısında 07.33 dakikada kendine yer buluyor.

Ve şimdi sırada Marla’da. Anlatıcımızın gözünde Marla daha sonra da Tyler onu kurtarmaya gittiğinde söylediği gibi değersiz yaşam formudur. Kendisi gibi toplantılara katılır, halka açık çamaşırhanelerden kıyafetleri alıp, ikinci el dükkânlarına satar. Ama buna rağmen yaşam felsefesi anlatıcıyı etkilemiştir; “Marla’nın felsefesi her an ölebilirmişsin gibi yaşamak”. Belki de Tyler ile Marla’nın yakınlaşması da bu yüzdendir. Tyler demişken, anlatıcı Marla’yı dumanlı bir sokakta gidişini izlerken tekrar görüyor, bu sahnenin zamanı da 12.35 dakika.

Anlatıcı mesleği gereği ölümle iç içe olması nedeni ile yaşamak ve ölmek ile ilgili güzel tespitlerde bulunuyor. “Bu sizin hayatınız ve zaman ilerledikçe bir dakika daha azalıyor”, ve “Hayat içerisindeki yeteri uzunluktaki bir yaşamdan sonra, herkesin hayatta kalma şansı sıfıra düşüyor”. Biraz daha kafa yorarsak, aslında anlatıcı hayatının sıradanlığının ve anlamsızlığının farkında ya da en azından bir şeyleri kafasında oturtmaya başlamış. Bir iş seyahati dönüşü hayali kahraman Tyler Durden ile tanışıyor ve sohbet ediyorlar. Anlatıcının söylediğine göre hayatı Marla ile değişse de, bana göre bütün olaylar Tyler ve sonrasında gizli.

Tyler ile aralarındaki ilk diyalog, havada seyir halinde bir uçağın olası bir düşme durumunda olacaklar ile ilgili. Acil durum için verilen resimli talimatlardan konu açılır “30000 feette çıkış kapısı prosedürü, güvenlik düşü”. Sistem öyle bir hal almıştır ki, her şeyin kontrolümüzde olduğu izlenimi verir, ama gerçekte hiçbir şey bizim kontrolümüzde değildir. Burada kadercilikle ilgili görüşler yer almaktadır, daha doğrusu eninde sonunda ölecek olmamız ve hayatlarımızı ne kadar kontrol etmeye çalışsak da aslında gerçeğin ölümden başka bir şey olmadığı.

“Tyler: Uçaklara neden oksijen maskesi koyarlar biliyor musun? Anlatıcı: Böylelikle nefes alabilirsin. Tyler: Oksijen seni doruğa çıkarır, acil bir durumda dev panik nefesleri alırsın, aniden mutlu ve uyumlu olursun, kaderini kabul edersin, hepsi burada. Suya iniş; saatte 600 mille, anlamsız suratlar…”

Aralarında konuşma iş yaşamlarına kayar sonralara doğru anlatıcı Tyler’a bu zaman kadarki en ilginç tek servislik yol arkadaşı olduğunu söyler. Tek servislik olayı burada önemlidir, çünkü anlatıcı işi gereği seyahat etmekte ve çok sık ama tek seferlik olmak üzere insanlar tanımakta, gecelik otel konaklamalarında ve uçak yolculuklarında tek servislik ikramlarla karşılanmaktadır. Hayat hep tek servislik olmuştur anlatıcı için gelir geçicidir ve kullan at prensibi işlemektedir. Daha sonra Tyler Durden’ın kartını çıkarıp anlatıcıya verir ve oradan uzaklaşır. Uçaktan indikten sonra anlatıcı ve Tyler bavulları karıştırır ya da Tyler özellikle almıştır. İlk başta buna çok içerlenir anlatıcı; “O çantada her şeyim vardı. CK t-shirtlerim, DKNY ayakkabılarım, AX kravatlarım”, hala kendisini markalar ile özdeşleştirmekten kurtulamamıştır, ta ki taksi ile apartmanına geldiğinde dairesinin havaya uçtuğunu görene kadar. Burası bir nevi anlatıcımız için kırılma noktasıdır. Hayatı büyük paralar harcadığı ve duygusal mastürbasyonu için aldığı tüm eşyalar artık birer moloz yığınıdır. Her şeyi kendisini tanımladığı düşündüğü her şey yanıp kül olmuştur. Anlatıcımız dibe vurmuş ve sıfırdan başlayacağı bir hayat ile tanışmaktadır. Yerde bulduğu Marla’nın yanmayan telefon numarasını çevirse de karşı taraftan ses gelince telefonu kapatır, Tyler’ı arar ve tüm olaylar bundan sonra başlar.

Bu konuşmadan sonra Tyler ve anlatıcıyı bir barda görüyoruz; Lou’nun yeri. Biralarını yudumlarlarken derin sohbete başlıyorlar. Anlatıcı, hayatı ile ilgili birkaç bilgi daha vermekten çekinmiyor bize; tüketim müptelalığından bahsediyor. “Bir kanepe aldığında kendine derssin, ihtiyacım olan son kanepeydi her ne olursa olsun o kanepe problemini çözecektim, hepsine sahip olacaktım oldukça saygın bir gardıroba sahiptim, TAM OLMAYA ÇOK YAKLAŞMIŞTIM”. Sorununu kendi sözleri ile dile getirmektedir anlatıcı, tüketim ile tam olmaya çalışmaktadır, tamamen meta bağımlılığı yaşamaktadır. Kendi olmak için değil, aldığı mobilyalar için yaşamaktadır. Hala kendisini tamamlayanın kişiliği değil meta olduğu konusunda ısrarcı bir yaklaşımda. Tyler yavaşça duruma müdahale etmeye, anlatıcıyı sorularla hayatın anlamını kavramaya teşvik etmektedir.

Tyler: Yorgan nedir biliyor musun? Anlatıcı: Rahatlık. Tyler: Bir battaniye, sadece bir battaniye. Neden sen ve ben gibiler yorganın ne olduğunu bilirler. Bu gerçekten bu hayatta bu kadar önemli midir? Hayır, öyleyse biz neyiz? Bizler tüketiciyiz. Hayat boyu bir saplantıdayız; cinayet, suç, yoksulluk… Bunlar beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren şeyler 500 kanallı televizyonlar, kilodumda bir herifin adının yazılı olması… Ben diyorum ki hiç tamam olamaz, mükemmel olmayı bırak, haydi evrim geçirelim bırak kırıntılar nereye düşmesi gerekiyorsa düşsünler. Anlatıcı: Sanırım sigortam hepsini öder ve… Tyler: Sahip olduğun şeyler sana sahip olmayı bıraktılar.

Kulüpten çıktıktan sonra anlatıcı saatine bakar ve geç olduğunu, bir otel bulması gerektiği söyler, aslında Tyler’ı da bu yüzden aramıştır ama söylemeye cesareti hala yoktu. Tyler onun için hala bir yabancıdır ve ona karşı mesafeli davranmaktadır. Tyler gerekli cesareti anlatıcımıza verir, “ Üç sürahi bira içtik ve hala soramıyorsun, beni aradın çünkü kalmak için bir yere ihtiyacın var. Oyunu bırak ve sadece sor dostum”. Anlatıcı çekinmektedir hala “Senin için problem olur mu ?” ama cevap nettir. “Sormak senin için problem oluyor mu?”. Ama Tyler’ın bir şartı vardır; kendisine sert bir şekilde vurmasını söyler. Anlatıcı ilk başlarda bunu yapmaya çekinse de sonrasında Tyler’a vurur ve Dövüş Kulübü’nün temelleri atılmaya başlar. Kavgadan sonra her ikisi de kendisi hiç olmadıkları kadar rahat ve huzurlu hissetmektedirler. Anlatıcı bunu arada tekrarlamaları gerektiğinden bahseder.

Anlatıcı Tyler Durden’ın harabe evine taşınır; Paper Sokağı’nda harabe bir ev. Sadece kalmak için, sadece ihtiyaçları karşılayacak kadarı, daha fazlası değil. Çatısı akan bir ev, yayları fırlamış bir yatak, her yağmurda atan elektrik tesisatı, paslı borulardan akan su, kırık camlar… Yaşamak için yeterli bir yer gibi durmakta, ihtiyaç olan her şey var. İhtiyaç olan her şey diyorum çünkü ihtiyaçlar ve istekler arasında bir fark var. İhtiyaç olan yaşamak için gerekli olanlar, hem anlatıcının hem de Tyler’ın evinde ihtiyaçlara karşılık verecek her şey bulunmakta. Ama aradaki fark Tyler sadece ihtiyaçları kadarı ile takılırken, anlatıcının yangından önceki evinde isteklerinin var olması. İsteklerin sınırsızlığı ama ihtiyaçların sınırlı olması arasındaki karşıtlık da burada verilmiş durumda. Günler geçer anlatıcı işine devam ederken, Tyler da evinde sabun yapmaktadır. Akşamları stres atmak birbirleri ile kavga etmektedirler ve bu anlatıcının iş yerinde fark edilmeye başlar. Kanlı gömlekler, mor göz ve kan toplamış dudak. Bununla beraber kavgalarına artık daha çok kişi katılmakta, zaman zaman kavgalarına yeni insanlar bulmaktadırlar.

Ve Dövüş Kulübü kurulur; Lou’nun yerinde bodrum gibi bir yerde resmi olarak konuşması yapılır. Tyler ilk gece kurallarını açıkça söylemektedir.

1.Kural: Dövüş Kulübü hakkında konuşmayacaksınız. 2.Kural: Dövüş Kulübü hakkında konuşmayacaksınız. 3.Kural: Birisi dur derse, kolunu oynatırsa, dokunursa dövüş sonra erer. 4.Kural: Sadece iki kişi dövüşebilir. 5.Kural: Her seferinde tek bir dövüş yapma hakkı vardır. 6.Kural: T-shirt, ayakkabı yok. 7.Kural: Dövüşler sürebildiğince devam eder. 8.Kural: Eğer Dövüş Kulübündeki ilk gecenizse, dövüşmek zorundasınız.

Kulüp kuralları bir doktrin niteliğindedir. Dövüş Kulübü bir öğreti okulu olmuştur katılanları için. Bütün ilkelliği kavgalar devam ederken kulübün müritleri gün geçtikçe artmaktadır. Her bir için Tyler bir liderdir ve kendisine sonsuz bir saygı duyulmaktadır. Anlatıcı kulüpten izlenimlerle tekrar karşımıza çıkar; “Ricky; kalemleri mavi mi yoksa siyah mı sipariş verdiğini hatırlayamaz ama Ricky on dakikalığına tanrıydı”. Dövüş kulübüne katılanlar günlük hayatlarında sıradan insanlardır; ofiste memur, benzincide pompacı, markette kasiyer… Sıradan meslekler, sıradan insanlar. İş hayatının sıradanlığı ve umursamazlığı içinde yiten hayatlar. Ama dövüş kulübünde kendilerini dinleyen, adam yerine koyan birileri var. Kişi insanlığının farkına Dövüş Kulübünde varıyor. “Burada olduğunuz kadar hiçbir yerde canlı değilsiniz fakat Dövüş Kulübü sadece başladığı ve bittiği saatlere arasında var. Kulüpte tanıdığın kişi, dışarı dünyadaki kişi ile aynı değil.” Dövüş Kulübü felsefesini, içeriğini biraz daha açıklamaktadır. “ Dövüş kulübü kazanmak veya kaybetmek değil, kelimelerden ibaret değil, isterik bağırışlar dillerde bir pentecostal kilisesi gibi. Dövüş bittiğinde hiçbir şey çözülmez, fakat hiçbir şey sorun değildir”. Dövüş Kulübünde “kapitalist sistemin çürüttüğü ruhlar ve çeşitli sorunları bulunan insanlar dövüşerek yeniden ruhlarını kazanır ve gerçek yaşama başlar.”

Tyler Durden, anlatıcı ile aralarında geçen diyaloglar kendini tanıtmaya, hayat felsefesi ile ilgili görüşlerini sunmaya devam eder. “Kendilerini jimnastik salonuna kapatan Calvin Klein veya Tommy Hilfiger’e benzemeye çalışan heriflere acıyorum. Bir erkek böyle mi görünüyor. Kendini geliştirme bir çeşit mastürbasyon ve kişinin kendisini imhası”. Marla, Tyler ve anlatıcı arasındaki duygusal ilişkilerden bahsetmeyeceğim.

Başka bir diyalog sahnesi Tyler ile anlatıcının sabun yapımı sahnesidir. Tyler Durden anlatıcının elini bir kimyasal ile yakarken aralarında geçen konuşmayı vermek istiyorum. “Acıyla kal, merkeze ittirme. Acı olmadan kurban olmadan hiçbir şeyimiz olmazdı, bu senin yanan elin, hissettiğin vakitsiz aydınlık”. Devamında ise tanrı hakkında konuşmaya devam diyor Tyler Durden, “Babalarımız bizim tanrı modellerimizdi, eğer babalarımız kefaletse, bu sana tanrı hakkında nasıl bir fikir verir. Tanrının seni sevmediği ihtimalini düşünmelisin. Seni hiçbir zaman istemedi, her ihtimalde senden nefret ediyor. Bu olabilecek en kötü şey değil. Ona ihtiyacımız yok. Biz tanrının istenmeyen çocukları mıyız ?”. Tyler Durden bir yandan tanrının kendileri ile ilgilenmediğinden dem vururken, diğer yandan onu dışlamaya, inkâr etmeye çalışmakta. Ve Tyler devam eder, “İlk önce vazgeçmelisin, ilk önce bilmelisin ki bir gün öleceksin, korkmamalısın”, “Sadece her şeyimizi kaybettiğimizde her şeyi yapmaya özgürsündür”.

Geçen diyaloglardan Tyler karakteri üzerinde duralım biraz da; düşündüğünü pat diye söyleyen, özgürlükçü, sınırlarını kendi çizen, totalitarizme sonuna kadar karşı, bağlanacağı bir şey olmadığı için; sadece kendine karşı sorumluluğu olduğu için kendi başına biri. Tam bir birey olma yolunda ilerleyen kişilik. Anlatıcının içten içe imrenerek baktığı, kıskandığı kişi. Dövüş Kulübü müritleri için bir lider ve kahraman. Mesela kulübün toplandığı mekânı kurtarmak adına mafyaya karşı gösterdiği tavır, Lou’dan bilerek dayak yemesi onu kulüp üyelerinin gözünde tam bir lider durumuna getirir. Tyler içinde bulunduğu hayatı daha doğrusu diğerlerinin içinde bulunduğu hayatı eleştirmektir, anarşist bir kişiliktir. Günümüz insanoğlu için bakın ne diyor, “Bizler tarihin ortasındaki çocuklarız, amaç veya mekân yok. Büyük bir savaşımız yok, bir depresyonumuz yok – burada 1929 buhranına gönderme var- bizim büyük savaşımız ruhani bir savaş, bizim depresyonumuz kendi hayatlarımız” devam ederken popüler kültür anlayışına giydirmeden durmaz. “Hepimiz televizyonlarda görüyoruz, inanıyoruz ki bir gün hepimiz milyoner olacağız veya film tanrıları veya rock yıldızları, fakat olmayacağız. Yavaşça bunu öğreniyoruz ve çok sinirleniyoruz”. “Tyler popüler kültürü suçlamakta ve medyayı kontrol edenlerin insanlara belirli bir kültürü, belirli zevkleri dayattıklarını söylemektedir”

İnsanların gerçekten kendileri olup olmadığı konusunda bize ipuçları vermekte Tyler Durden. Mayhem Projesi için gerekli orduyu toplarken, bir yandan da onları aydınlatmaya çalışıyor. Adı geçmişken Mayhem Projesi hakkında da konuşmamız gerekiyor çünkü filmin sonu bununla ilgili gelişmelerle ilgili. Mayhem Projesi tüm finansal kurumların, bankaların yok edilerek hesapların yeniden sıfırlanması, insanların maddiyata değil öz niteliklerine uygun yaşayacakları bir dünya için girişimlerde bulunmak. Tyler bu eşitliğin getireceği karışıklığın da fazlası ile bilincinde. Evet, Tyler ordusunu toplarken onları yaptıkları göreve motive etmek için sloganlarını da eksik etmiyor. “Sen için değilsin bankada ne kadar paran olduğu değilsin, sürdüğün araba değilsin, cüzdanındakiler değilsin. Sen şarkı söyleyen dans eden dünyanın bokusun”, “Sizler özel değilsiniz, güzel veya eşsiz kar taneleri değilsiniz. Sizler aynı organik maddelerden başka bir şey değilsiniz, sıradansınız, aynı çürümüş yığının parçalarıyız”. Bu arada Tyler bunları söylerken projede yer alan her üyeyi de uzay maymunu olarak adlandırmakta. Uzay maymunu deyince bilenler vardır, karikatürlerde bile çıktı zamanında; “benim için küçük ama insanlık için büyük bir adım”. Burada işte o adımlara gönderme yapıyor Tyler Durden ve diyor ki “Maymun, uzaya gönderilmek için hazır, Mayhem projesi için kendini kurban etmeye hazır”. Her ne kadar onlara yeni bir ışık olsa da, kendine tapan bu gurubu küçümsemekten çekinmiyor.

Bir de sabun yapımından bahsetmiştik. Dövüş Kulübü kendisini finanse etmesi için yapılan sabunlar; bir sahnede Tyler ve anlatıcımızı bir liposuction merkezinden atık yağları çıkarırken görüyoruz. “Tuz dengesi tamamen doğru olmalı ve sabun yapmak için en iyi yağ insanlardan gelir, dünyadaki en sengin ve kremli yağ”. Anarşik yapılanmayı finanse etmek için kapitalizmin kendisini kullanmaktalar, kapitalizmin kendi kendisini bitireceğine bir göndermedir.

Anlatıcı filmin sonunda Tyler’ın aslında bilinçaltında var olan bir kişilik olduğunu, kendisi ve Tyler Durden’ın aynı kişi olduğunu anlar. Bunu Tyler da desteklemektedir. “Senin görünmek istediğin gibi görünüyordum, senin düzüşmek istediğin gibi düzüşüyordum, yakışıklıyım, yetenekliyim, en önemlisi özgürüm.” Bundan sonra hikâye tamamen çözülür, anlatıcı git gide kontrolden çıkan Tyler’ı yok etmek için ağzına tetiği çeker ve kendisini yanağından vurur. Filmin son sahnesi Marla ile el ele yüksek bir binadan yıkılan finans binalarını izlerken, kendisine söylediği sözdür. “Beni, hayatımın en tuhaf anında tanıdın.”. Bu yazıyı yazarken filmi tekrar izlemiş gibi oldum ve filmin sonunu hem anlatıcının hem Tyler’ın söylediği bir sözle kapamak istiyorum, “This is your life, and it is ending one minute at a time”.



3 Şubat 2009 Salı

Globalization in life

Globalization is one of the important events in the social, political and economic life in the world. According to Ali Baghdadi in a world one that was based on the principles of justice, peace and equality abided by the United Charter and International Law, and which cultures coexisted and interacted, globalization would have had an important role in the fight against poverty, disease, pollution, drug addiction, terrorism, and so on. People in the developed countries also think in this way but most of the people in the world think that globalization favors developed countries and big international companies.


The era in the hands of globalization began with the collapse of the Soviet Union. Soviet Union had a closed economy that Soviet Union tried to challenge with USA. But their economy could not stand against the American economy and in 1990s the Soviet Union collapsed and some other countries claimed their independence. The important thing in that event is after the collapse of the USSR there was not challenger against American force in the world.


The most important factor in the globalization is the increasing amount of the population and against this event the limited resources of food and basic requirements. So there will be only two way in the globalization; one of the way is to make pacts and in equal conditions, and other way is civil war and the exploitation of the weak by the stronger. As we see nowadays the second way of globalization is made by America and its assistants. So we can make a statement “Globalization is equal to the Americanization” like Ali Baghdadi says “It might as well be called as ‘Americanization’”.


The logic of the globalization system is to change the trade system of the countries like take their local market to the international market and let their resources be used by other countries. That means the countries which can afford this financial burden wins the game in a way. But can the third world countries have enough fund to stand against to this burden? Can they find enough funds to use their own natural resources?


The answer of this question is of course “no”. Because they are under the pressure of the developed countries like America, England and France. Their financial power can not afford enough money to use their national resources. If they have enough money to use those resources they meet with embargos from those developed countries. For example they are not allow to export goods that their economy is became worse and after they have to owe money from International Monetary Fund and World Bank, those developed countries take the role and they use those countries resources for their credit to the World Bank. In the writing of Ali Baghdadi, he says that in Brazil that exports food; one hundred thousand children die annually from hunger. Even India, one of the biggest democracies of the world, exported five million tons of rice, 625 million dollars worth pf wheat and flour in 1985 while 20% of its population remains hungry. In Mongolia, a country that lived on its own local dairy products for thousands of years, and has over 25 million dairy animals, German dairy products are the most common. In Kenya, the price of Dutch butter is half price of local butter that we can developed countries have the monopoly of the economy in the third world countries.


Furthermore, the third world countries that are against to those developed countries have to stand against those countries cruel games. According to Ali Baghdadi, barbaric and dirtiest methods are used by big countries to force them to obey their rules like persuade civil wars, ethnic assimilations, terrorism, assassinations, economic sanction or military force. Like in Vietnam, in Algeria or Iraq third world countries are met with force to accept big countries rules.


On the other and in modern way big countries make interesting advertisements to make other countries’ economy slave for their benefit. They make cigarettes and export them to the undeveloped and under developing countries but they forbid smoking in their countries. They see people who smoke as a second quality citizen in their countries that we can see that also in their countries people face with discrimination. We can assume that tobacco is the biggest invention of capitalism.


Also people in every place of the world faced with American culture. For example people eat from McDonalds, drink coffee from Starbucks, watch the Hollywood movies and speak American language etc. Also they drive big countries’ car. They want to be like them; they wear from expensive French fashion clothes, eat from luxury restaurants and use their jewelry.

Because of the misery and the poorness in the world people are suffering. According to conservative figures published by the United Nations; the average income of 1.3 billion people that equals to the quarter of the world’s population is less than a dollar a day and they have no drinkable water. Hundreds of millions of people are living in severe poverty, their children can not find a drink or patients can not afford medicine due to their poverty.


The consequences of globalization also show themselves in their own countries. Also people live in developed countries like in America face with the difficulties because of globalization. Even in the America because of the economic policies of the companies, the power distance between poor and rich is increasing. Ali Baghdadi says in his essay that 95% of the national wealth lies in the hands of 5% of the people. Because of the ambition of companies that try to make high profit they fire laborers and do not care them any way. According to the authorities 20% of Americans between the age 20 and 24 are unemployed and not in higher education. American citizens are under pressure because of the taxes of credit for house or car. But advertisements still continue to brainwashing.


As we see in the world no people expect rich people and big companies have benefit from the globalization that if we say that globalization favors the developed countries and big international companies, our statement is not false. Globalization makes the rich richer and the poor poorer.

2 Şubat 2009 Pazartesi

TV yarışmalarındaki umut tacirliği

Büyük TV kanallarının yurdumuz insanının zaafını yakalaması ve bunun üzerine sürekli giderek insanları emek vermeden zengin olma umuduyla medya maymunu olarak topluma çıkarmasıdır. Medya yozlaşmasına örnek teşkil eden popüler kültür içerisinde ele alınabilecek bir durumdur.

Her şey nasıl başlamıştır? Bunun cevabını çoğu kişi bilmektir aslında. Son yıllarda büyük bir artış gösteren magazin programlarında ünlülerin hayatlarını izleyen, onların yaptıklarına özenen, gaflarını duyup kendileri ile karşılaştıran, "bizim onlardan neyimiz eksik hatta onlardan daha üstünüz" diye düşünen insanlar kendilerini ünlülerin yerine koymaya başlar. Bunu fark eden televizyon kanallarının yetkili kişileri “bu talebe bir arz göstermek gerekir” diye düşünüp, “bu insanları geçici de olsa ekranın karşısına çıkaralım meşhur olmanın tadına baksınlar, daha da reyting olsun” niyetiyle, adlarını daha önce hiç duymadığımız, yolda görseniz belki dönüp yüzüne bakmayacağınız insanları kamera karşısına sanki laboratuarda kobay fare gözlemlermişçesine koyup milyonlarca insana bu zavallıları izlettirirler. Son yıllara bile gelmeden önce durum tespiti yapılmış bir şeydir aslında, ta yıllar öncesinden Andy Warhol'un " In the future everybody will be famous for 15 minutes" herşeyi açıklamaktadır.

Yurdum insanı zaten dünden hazır olan dedikodu dinleme başkalarının hayatlarına olan merakı, cahil, eğitimsiz gençlerin bu yarışmalara ilgiyle yaklaşması ve ailelerinin de bilinçsizliği, paraya karşı olan zaafları TV programlarının ekmeğine yağ sürer ve bu programlarıher kanalda farkl ı isimlerde ama birbirlerine yakın konseptlerde daha da fazla yayınlanmaya başlar.

Kimi kanallarda bir odaya doldurulan farklı insanların hayatlarında sahip olamayacakları meblağlar karşısında nasıl birbirlerine girdiğini, nasıl komplo teorileri üretip birbirleri üzerine yaptıkları oyunları gösterirler. Kimi kanallarda bilmem kaç milyon insan arasından bulamadıkları hayat arkadaşlarını bulma umuduyla insanı hayretlere düşüren bir şekilde niyetlerinin ne olduğunu daha yarışmanın ilk dakikalarında belli eden insanlar, kendilerini maskelerin altına gizleyip yapmacık oyunlarla kendilerini milyonlarca insana beğendirmeye oylarını kazanmaya uğraşırlar. Sabahları yapılan eğlence programlarına çıkarlar, yapacak işi gücü olmayan, boş gezen insanlar tarafından eleştiri yağmurlarına tutulurlar. Bu boş eleştiri takımı doğru yada yanlış onlar hakkında yorumlar yapar, eski defterleri açıp favori kobaylarına oy kazandırmaya çalışırlar, sevmediklerini yerlerde süründürmeye uğraşırlar. Kazanan hep televiyon yayıncıları olur.

Yarışmayı kazananlar paralarını alırlar. Başka yerde tanışsalar birbirleriyle muhatap bile olmayacak insanlar para uğruna kazanmak için evlilik müessesini amacı dışında kullanırlar. Evlilik, aşk, aile kavramlarını parayla takas ederler, kendilerini pazarlarlar. Gündeme tekrar oturup gittikleri yerlerde tanınırlar. Sonra reytingleri düşmeye başlayınca, magazin programların gördükleri hoş ama bir o kadar da boş insanları taklit ederek onlar gibi piyasada tutunmaya çalışırlar. Bu zavallıların etrafındakiler de onlardan bir parça almak için bu insanlara çamur atarlar, özellerini zaten halkımızın dünden merak ettiklerini medyaya verirler. Medya da bu haberleri bir güzel alladı pulladı önümüze atat. Meraklı toplumumuz hemen atlar parıltılı haberlere ve sönen reytingler bir süre daha alevlenir. Ama nereye kadar havada tutabilir ki medya onları?

Medya artık hep aynı kişilerden sıkılır ve aylarca gözler önünde duran bu kobayları ortam geri salar. Ekmek elden su gölden yaşayan kobaylar gerçek hayta geri döndüklerinde birden kendilerini boşlukta hissederler. Suda çıkmış gibi bir sağa bir sola dönüp dururlar. Onlara tezahürat eden kabalık artık yanlarında değildir. Belki de onları gördüklerinde kobayları tanımazlar bile. Bu kobaylardan bazıları kendini ota, eroine verir. Sonra bir gün bir tanesi bir otel köşesinde ölü bulunur. Ya annesi yada başka yakınları tekrar medyaya malzeme olur. Ya da meşhurken şarkıcı olanı bir an parlar ve sonra bir mum gibi eriyip biter. Kimse onları hatırlamaz.

Sonuçta kazanan hep medya, kaybeden ise hep cahil hayatlardır. Hala da yurdum insanı böyle programlara prim vermektedir. Toplumumuz ne zamana kadar böyle gider tartışma konusudur. Belki onlar da haklıdır kendilerine göre her gün gördüklerinden başka hayatları izlemek onlar için iyi geliyordur. Ancak gündemdeki gerçek sorunları, haber değeri taşıyan haberleri izlemek yerine kendilerini böyle kandırmalara bırakmaları düşündürücüdür.

Suç kimdedir peki? İnsanların yıpranmasını, medyanın zaafımızı yakalayıp üstüne gitmesi kimin suçudur, bu durum nasıl önlenir? Bunun cevabı çok nettir. Her şeyden önce olay toplumumuzda ve onları bilinçlendirmesi gereken yetkili kişilerdir. Medya da buna dahildir. Daha fazla reyting ve kar marjı yüzünden insanların meraklı aç bakışlarının önüne atmak yerine insanlarımızı bilinçlendirmek onları gerçek yaşama hazırlamak için biraz daha çaba sarf etseler, paparazzi programları yerine insanların genel kültürlerini arttıracak onları daha bilinçli yapacak şeyler verseler daha iyi olur.

Ve aileler onlar çocuklarını bilinçlendirseler. Paranın insanı mutlu etmek için yeterli olmadığını, ünlülerin de özenilecek yanlarının olmadığını, medyanın ve toplumun daha fazlası için her türlü rezillikle muhatap kalmak zorunda olanları gösterseler onlardan ders almalarını sağlasalar bu programlar bu kadar izlenmez. İzlense de alınması, öğrenilmesi gerekenler meşhur olmak yerine, insanların hırsları için kukla haline gelmesi olsa da hayatlarının çevrelerindekinin kıymetini bilip ellerinde olanlara daha sıkı sarılsalar.

1 Şubat 2009 Pazar

Fahişe ve Fahişelik

"Fahişe" kelimesi, arapça "fahişa" kelimesinden türemiştir. Bu sözcük "azgın" ya da "utanmaz" anlamına gelir. Dünya genelinde ise fahişe, "seks işçisi" olarak tanımlanan meslek sahibi insandır. Para karşılığında cinsel hizmet sunan kişidir. Tabi bu cinsel hizmet olayının içi sadece normal bir cinsel ilişki olarak değerlendirilmemelidir. Cinsel içerikli; porno, sanal sex, striptiz vs. sektörler de seks işçiliği kapsamına girer. Çoğu ülkede yasal bir meslektir ve vergilendirmeye tabidir. Aynı zamanda dünyanın en eski mesleklerinden biridir. Fahişelik ile olarak adı duyulan en önemli ülke Amsterdam'da "Red Light District" ile ün yapan Hollanda'dır. Hollanda'da bu iş için ayrı sokaklar tahsis edilmiştir. Bir başka ülke Belçika'da da Hollanda'dakine benzer bir sokak tahsisi söz konusudur. Dünyanın çoğu ülkesinde fahişelik yasak olmasına karşın, İngiltere, İskoçya, Kanada , Bulgaristan, Danimarka ve Brazilya'da genelev işletmek ya da sahip olmak yasal değildir. İran gibi şeriatla yönetilen ülkelerde ise zina her ne kadar ölüm ile cezalandırılsa da, bu ülkelerde de geçici nikahlar ile fahişelik göz yumulur bir hale getirilmektedir.

Ne kadar bir meslek grubu içine dahil olsa da fahişelik diğer mesleklerle aynı haklara sahip değildir. Yasal olarak kabul edilen bir meslek olmasına rağmen sendikal haklara sahip olamadıkları sorunu mevcuttur. Küfür olarak söylenip aşağılanmasına rağmen, saygı duyulması gerekenen önemli mesleklerden biridir. Çoğu erkeğin ilk tecrübesi, bu hayat kadınları sayesinde olmuştur. Artık dünya çapında bir endüstri haline gelen ve her sene milyonlarca insanın para kazandırdığı bir turizm şeklini alan fahişeliğin, sosyal haklardan faydalanamaması üzücüdür. Başlı başına bir ekonomi alanı oluşturan ve kim ülkelerde, ülke ekonomisine katkıda bulunan bir mesleğin daha iyi koşullarda sağlanması hem iş etiği hem de ahlaki açıdan daha doğru olacaktır.

Ne kadar ülkemizde toplum bakış açısından da ayıplanan bir meslek olsa da, insanların gitmediğini kim iddaa edebilir. Ülkemizde de sokakta çalışmak hariç yasal olan bir meslek grubudur. Ancak genelev adı verilen bu iş için mekanlar vardır ve bunlar devlet kontrolü altındadır. Burada çalışan hayat kadınları belirli periyotlarda ilgili sağlık kuruluşlarında muayeneden geçerler. Mesela İstanbul'da Karaköy civarında bu iş için sokaklar söz konusudur. buradan çok da yasal olmayan bir durum olduğundan bahsedemeyiz. Eğer fahişelik yasaksa bunun devlet kontrolü altında yasal bir şekle getirilmesi daha uygun olacaktır. Devlet hem bundan vergi alarak para kazanacak - bir nevi pezevenk görevi görecek- ama bununla beraber hastalıkların önlenmesi ve bu işi yapanların sosyal haklardan faydalanması yönünden yararlı olacaktır.

Fahişelik yapmayı ikiye ayırırsak; gönüllü ve gönülsüz fahişelik olarak daha sağlıklı bakabiliriz. gönülsüz olarak baktığımızda gerek yurt dışından gelenler, gerekse yurt içinde bu işi yapanlar içinde bir şekilde pezevenklerin eline düşmüş ve zorla çalıştırılan kadınların olduğu gerçeği vardır. Mafya baskısı ile beraber bu işi yapmaya zorlanmakta ve çok kötü koşullarda çalışmaktadırlar. Diğer yandan bu işi kolay para kazanmak adına toplum genelindeki ahlaki değerler konusunda yoksun kadınların yapması da gönüllü fahişelik içerisinde kendine yer bulacaktır. zaten bu mesleğin devlet kontrolü altında olması bu bakıma da faydalıdır. Zorla böyle bir meslekte çalıştırılmak göreceli olarak tecavüze eş değerdir. Her ne kadar para karşılığında beraber olunsa da, onların da müşteri seçme hakkına sahip olması gerekmektedir.

Sonuç olarak fahişelik ve fahişe olguları gerek ahlaki gerek iktisadi gerekse sosyolojik açıdan tartışmaya her türlü açıktır.