11 Nisan 2010 Pazar

Faşizm üzerine bir deneme

eksik bilgiler yüzünden yanlış tanımlamalara neden olan kavram. herşeyden önce faşizm bir nevi dikatörlüktür, totaliterdir. roma imparatorluğuna dayanan bir tarihi vardır. kelime olarak "fascio" dan gelir ve birlik, beraberlik anlamı taşır. simgesinde bir balta etrafında iple bağlamış odunlar vardır. balta burada devleti ve onun savaşçı ruhunu, odunlarda etrafında destekçisi olan halkı simgeler.

italya zamanında faşizmin doğuşu 1. dünya savaşına dayanır. 1. dünya savaşı sonrası ortaya çıkan idealizm akımı, wilson'un 14 ilkesi filan falan derkene, 1929 buhranından sonra devletlerin genelinde realist akımlar göze çarpmaya başlar ki mussolini de bu dönemde hortlamaktadır. ve yine faşizmin kurucuları arasında eskiden sosyalist, sendikacı, ordu mensupları ve anarşistler vardır. ama daha sonrasında bu adamlar şekil değiştirmekteler ve faşocan olmaktalar. hatta mussolini de eski solculardandır, merak edenler biraz daha ayrıntılı inceleme yapabilirler. hatta bu kardeş ateist filan da takılıyormuş ama sonrasında kilise ile içli dışlı olmakta. neyse konuyu dağıtmayalım.

faşizmdeki husulardan biri, devletin bekası için bireylerin fedasıdır. birey tek başına bir anlam ifade etmez, sadece devlet ile bir anlam kazanır ve sloganı da "herşey devletle, herşey devlet için"dir. nazizmden ayrılan yanı da burada görünmektedir, faşizmde devlet idealleri söz konusu iken, nazizm en başından beri bir parti hareketidir ve nasyonel sosyalive hükümet yangını bunların somut örnekleridir. dahası naziler kendilerini sağlama almak için ss denilen kolluk kuvvetlere ihtiyaç duyarken, faşizmde halk bilinçli bir teslimiyet duygusu taşımaktaydı.

faşizm iddaa edilenlerin aksine ırkçı değildir. ırkçılıktan etkilenmesi nazi hükümeti ile yapılan mihver ittifakından sonra böyle bir davranışa yönelmeleri çeşitli taraflarca kabul edilir, ki ırkçı hareket diye bilinen uygulama antisemitist harekettir ve faşist italya'da böyle bir soykırıma kadar ilerleyen düşmanlık bulunmamaktadır. faşizm ırk üstünlüğüne değil, devlet üstünlüğüne dayanır ki ırkçılık için "racist" diye bir kavram çıkarmış zamanında yabancılar.

he ırkçılık olmaması bu adamlar şiddet yanlısı demek değildir. ileri sömürgecilik mentalitesi ile uyugladıkları politikalarda ki özellikle afrika'ya girmişlerdir bu adamlar. zorla tehcir ve bunabağlı olarak toplu katliamlardan eksik etmemişler, hitler ile sidik yarıştırmışlardır.

faşizmin aşırı milliyetçi olması üste de vurguladığım gibi devletin bekasını en önemli vazife olarak görmeleri ve bireycilikten tamamen kendisini soyutlamasıdır. devlet bekası demekteyiz sürekli, realizmden de bahsetmiştik. şimdi biraz daha ayrıntı atarsak; realizmde devletler bekalarınıdevam ettirebilmek için ağır bir şekilde ekonomik ve askeri alanda üstünlük kurmaya çalışırlar. özellikle ekonomi realizmde çok önemlidir. faşizmin yükselmesine bakarsak 1. dünya savaşı sonrası bozulan ve 1929 buhranında iyice taban yapan ekonominin etkisi görülebilir. faşizm alt sınflara sınıfsız bir toplum vaad etmiştir, nasıldır demeyin sakın evet sosyalizme çok benzemektedir ama sosyalizm sınıf farkını kabul eder ve işçi diktatörlüğünü savunur- marx'a göre-, faşizmde ise sınıf farkı yoktur çünkü önemli olan devlettir ve herkes onun için çalışmalıdır. bu bir sosyal sorumluluktur onlar için, yani bir şekilde halkın zayıf noktasından gazı vermiş faşistler ve halkı peşinden sürüklemiş.

faşizm için bakın mussolini ne demekte. bizzat kendi faşizm tanımından bir alıntıdır; " faşizm, bir dini anlayış olarak kabul edilebilir. bu anlayışta insan, kendini manevi bir cemiyetin parçası olarak kabul eden bir yasa ile ve objektif düşünüş ile, kendi içindeki ilişki ile incelemektedir. işi idare etme politikasında kalan kişi ise faşizm'in dini anlayışının bir hükümet sistemi ve herşeyden önce düşünce sistemi olduğunu anlamıştır."

faşizmin roma imparatorluğundan esinlendiğini söylemiştik, bu yüzden faşizm gelenekselcidir diyebiliriz ki mussolini yine kendi tanımında bu görüşü destekeler. " faşizm bri tarihi anlayış olarak da kabul edilebilir. insan bunun içinde, ortak manevi davanın çözümlenmesinde görev almamış ise bütün milletlerin çalışmalarını birleştirdikleri aile ve toplum, millet ve tarih içinde değilse insan sayılmaz. hatıralarda, dilde, adetlerde toplumun hayatının değer hükümetlerinde geleneklerin önemi işte burada bulunmaktadır. tahini dışında kalan insan bir hiçtir. bu bakımdan faşizm, 18.yy meteryalist esaslara bağlı olan bütün bireyselci görüşlere karşıdır."

faşizm, liberalizme kesin olarak karşıdır çünkü liberalism kişisel faydacıdır, devlet çıkarları öncelik değildir. "devlet dışında insani ya da manevi varlık yoktur, yani hiçbir şey değer taşımaz."

sonuç olarak faşizm devlet odaklı, devletin hep öncelikli plan tutulduğu ve kişisel çıkarların hiçe sayıldığı baskıcı bir yönetim şeklidir. direk mussoli'nin faşizm tanımını tamamı ile okumak isteyen olursa, alıntılarını yaptığım toker yayınlarının faşizm adlı kitabı tavsiye edilir.

Uluslararası İlişkiler Ders Notu- 1900-1945 dönemi

Bu dönem 1. ve 2. Dünya Savaşlarının yaşandığı dönem olarak göze çarpıyor. Bu iki savaşı ayrı dönem olarak alınmaması ve bir bütün olarak incelenmesi konusunda bir düşünce var ki bunun nedeni çoğu teorisyenin bu dönem iki savaş arasındaki dönem olarak tanımlamaları. Önceki yazıdaki güç dengeleri ile alakalı olarak gözlemlenebilecek bir süreç. Almanya'nın 19. yy sonunda tam anlamı ile birlik sağlaması, ve İngiltere'yi saymazsak - kara avrupasında yer almadığı için- Avrupa'daki en büyük güç olması önemli yerler. Endüstriyelleşme sürecini bitirip, hammadde ve sömürgecilik faaliyetleri de söz konusu olsa da 1. Dünya Savaşı'nın asıl nedeni olarak güç gösterisinin dışa vurumu en önemli sebep.Bu güç yarışı öncesindeki Alman sorunsalını tam anlamak için Chapter 3'teki Box3.3 The German Problem kısmına bakmak faydalı olacaktır. Yine aynı sayfadaki Key Points kısmına bakılmalı.

Savaşın nasıl başladığı ve süreci anlatmayacağım zira yeterince bu konu hakkında her sene ilgili derslerde konuşulmuş olması lazım. Buradaki asıl önemli kısım savaş sonrası Versailles antlaşması ve Wilson'un 14 ilkesi. Bu ilkeler ve antlaşma dahilinde önemli olan iki husus self determination, league of nations ve akım itibariyle idealizm.

self determination svaş sonrasında halkların kendi kaderini tayin etme durumu. özellikle çok uluslu devletlerin içerisinde yer alan etniklere ayrı özgür bir devlet kurma hakkı verilmesi gündeme geliyor bu madde ile. league of nations da milletler cemiyeti olarak geçiyor ve idealizmin temelinde yer atan devletlerin anarşik olan uluslararası arenada birleşmesi ve barışın sağlanması yönünde bazı haklarından vazgeçerek üst bir otoriteye bağlılık göstermesi anlamı taşıyor. savaşların azaltılması ve dünya barışı için gereklilik olarak gösteriliyor ki 1. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan idealizm akımı 1929 büyük buhranına kadar olan süreçte etkin halde.

1929 sonrasında ise idealizmin işe yaramadığı ve liberal ekonominin getirdiği buhran sonrası başta Almanya olmak üzere genişlemeci ve totaliter eğilimler söz konusu. Hitler Almanya'sı, Mussolini İtalya'sı, Franco İspanyası, Japonya ve Avusturya bu dönemki totaliter ve çok kullanılan deyim ile Faşist diktatörlükler. Özellikle İtalya, Almanya ve Japonya 2. Dünya Savaşı sırasında adından söz ettiren devletler içerisinde yerleri alıyorlar. Notlarda ilgili chapter'da sayfa 56, 57,58, 66, 67, 71 ve 72 özellikle okunması gereken yerler olarak özetlenebilir. 1929 sonrası dönemde ise idealizm yerine tekrardan realist akım ortaya çıkıyor. Etiketler kısmında ilgili kelimelerin üstüne tıklayarak konu ile ilgili diğer yazıları okuyabilirsiniz.


Uluslararası İlişkiler Ders Notu- Balance of Power

Balance of power, yani güçler dengesi... Bir önceki özetimizde uluslarası ilişkleri gelişimi hakkındaki yazıda bu konu hakkında yazmıştım. Şimdi daha detaylandıracağız orada yazdıklarımızı. güç dengesi politikası uluslararası ilişkilerde bir coğrafya içinde bir ülkenin açık bir tehdit oluşturması durumunda diğer devletlerin kendi menfaatlari doğrultusunda ittifak oluşturmaları ve o devlete karşı tavır almalarıdır. 1640'larda anti-Habsburg hareketi, 18.yy sonunda Fransa'ya karşı İngiltere, 1. Dünya savaşı öncesi Almanya'ya karşı İngiltere ve Fransa ile 2. Dünya Savaşı'nda ABD'nin rolü uluslararası ilişklerde bu güç dengesinin en somut örnekleridir. Notlarda ilgili sayfalarda chapter 3'te 54. sayfadaki "German's bid for world power status", chapter 2'de sayfa 43 ve 44 ilgili konularda size yardımcı olacaktır. Genel olarak güç dengesi bu şekildedir, daha detaylı bilgi için yukarıdaki sayfaların gözden geçirilmesi kavramın tam olarak anlaşılmasına yardım edecektir.

Biraz daha detaylandırmak gerecek çünkü chapter 6 sadece bu kavramla ilgili bir konu o yüzden biraz daha açalım. Güç dengesi için bir ülkenin açık bir tehdit oluşturması lazım dedim, bunun için elbette ki savaş hali olması gerekmekte. Güç dengesi ve savaş birbirini tamamlayan kavramlar. Chapter 6'da sayfa 99'da son paragraf ve sayfa 100'deki devamı tarihten örnekler vermiş, yine sayfa 103 okunması gereken bir diğer kısım notlarda. Morgenthau'nın güç dengesi ile ilgili düşünceleri var, ki bu kişi uluslararsı ilişkilerde "realist" ekolün bir düşünürü. Realist ülkelerin kendi çıkarları doğrultusunda, ortaya çıkan bu büyük dış tehdidi bertaraf etmek için kendi aralarında geçici bir dayanışmaya gitmeleri olarak nitelendiriyor. Kısaca bu durum için düşmanımın düşmanı dostumdur ilkesi demek doğru olacaktır sanıyorum. Bu konu hakkında yazılacaklar özetle budur. Dahası için ilgili yerleri okumak daha çok detay isteyenler için faydalı olacaktır. Ve son olarak da yine chapter 6'da sayfa 97'ye göz atmak iyidir.

4 Nisan 2010 Pazar

Türk Dış Politikası Ders Notu- DP dönemi Dış Politikası

Bu dönemdeki dış politikasının ilk yıllarını önceki yazıda belirttik. Türkiye'nin NATO üyeliği, Truman Doktrini ve Marshall Planı yardımlarından konuştuk, Türkiye'nin Ortadoğu ve Batı için stratejik yerini yorumladık. Bu yazıda William Hale'in dönem ile ilgili yazısından, o dönemin kanaatımca ilginç yerlerini yazacağım.

1953 sonrası Stalin'in ölümünden sonra Rusya'nın Türkiye'ye tavrında yumuşama söz konusu. Rusya bu dönemde dış politikasında stratejik bir değişime gidiyor ve Batı ile karşı karşıya gelmektense 3. Dünya olarak tabir edilen ülkelerle temas halinde olup buralarda kendine yandaş aramaya çalışmakta.

Rusya Türkiye ile ilşkilerin ılımlılığı 1956 yılında Montreux Sözleşmesi sona erdiğinde, fesih ya da değişiklik konusunda bir konuşma yapmaması ve 27 Mayıs darbesinden sonra Türk hükümetine teklif edilen 500milyon dolarlık yardım programı ile gözlemlenebilmekte; lakin Türk tarafı, yönetim değişikliğinin Batı sempatisinden ödün vermedğini kanıtlamak için bu yardımı geri çeviriyor.

Türkiye 48den sonra 1964'e kada rolan süreçte 2milyar dolarlık yardım ABD tarafından sağlanmış. 1950lerde Türkiye ihracatı 320milyon ve ithalatı 400milyon dolar. Çok kısa bir sürede bu kadar hızlı bir iktisadi büyümenin kaynağı şüphesiz ki bu yardımlar.

Daha önceki Bağlantısızlar ve Türkiye ilişkileri yazısında yine bu dönele ilgili dış politikaların genellemesini yapmıştık. Burada sözü daha fazla uzatmadan Kıbrıs sorunu ve Türkiye konusuna değinmek istiyorum. Bu dönem ile ilgili son olarak bilinmesi gereken ama buraya yazmayacağım MEDO ve CENTO ile Bağdat Paktları.

Türk Dış Politikası Ders Notu- 1945-1952 Türk Dış Politikasına Genel Bakış

Bu dönem Türkiye, 2. Dünya Savaşı sırası ve sonrasında iyice beliren Sovyet tehdidinden kurtulmak için batıya yönelim içerisinde. Sovyetlerin 2. DÜnya Savaşı sonrasında boğazlar bölgesini denetim altına almak gibi bir amaçları var ve bunu zaman zaman göstermekten çekinmemektedirler. 45 sonrası Türkiye bu tehdit karşısında İngiltere ile olan antlaşmasından ümit etmekte lakin İngiltere'nin o zamanki gücü Türkiye'yi Rusya'ya karşı destekleyecek durumda değil. Olası bir savaşta Türkiye'nin tek başına kalması içten bile değil, ki bu yüzden ABD ile ilişkilerin başlatılması ve bu ülke ile müttefik olma çabası içerisinde Türkiye. Sovyetlere karşı gerekli askeri ve mali destek için Batı'nın yardıma ihtiyaç duyulmakta.

45-47 arasındaki süreçte Sovyetlerin Bulgaristan ve İran Azerbaycan'ına asker takviyesi ABD başkanı Truman'ın dikkatinden kaçmıyor, Türkiye ve Yunanistan'a karşı açık bir tehdit olarak görülen bu hareketlere karşılık, ABD Türkiye yanında yer aldığını göstermek olarak yorumlanacak bir harekete imza atıyor ve 1946'da vefat eden büyükelçi Mehmet Ertegün'ün naaşı USS Missouri zırhlısı ile Türkiye'ye getiriliyor ve ABD Rusya'ya karşı büyük biraderi oynamaya başlıyor. 1947 yılında Truman Doktrini olarak bilinen bir söylev ile Türkiye ve Yunanistan'a destek konuşması yapılıyor.

TRUMAN DOKTRİNİ

Türkiye ve Yunanistan'a Rusya'ya karşı kendilerini korumaları ve kendi çıkarları adına da bir tampon bölge uygulaması adına 400milyon dolarlık bir yarım paketi çıkarılıyor. 300milyon dolarYunanistan'a, 100milyon dolar ise veriliyor. ABD'nin Türkiye'nin arkasında olduğu bir kez daha beliriyor. Bu yardımın içeriği daha çok malzeme olarak verilmekte bu arada. Savaş sonrası askeri malzemelerin ABD'ye geri götürülme maliyeti yerine yardım amacı ile Türkiye'ye verilmesi daha uygun bulunmakta, bu da ek bir bilgi.


MARSHALL PLANI

1948 yılından itibaren Türkiye'nin almaya başladığı bir yardım paketi. OEEC ve OECD üyesi olan Türkiye 183milyon ekonomik ve 200milyon askeri yardım alıyor bu Avrupa Kalkınma Programı adı altında. Kasım 1948'te Türkiye NATO'ya müracaat ediyor ama başarısız olunuyor. Sovyetlere karşı korunmasına rağmen paktın dışında tutulmak Türkiye için bir sorun.

NATO ve TÜRKİYE

Dönemin Truman hükümeti Türkiye'yi Avrupalı'dan ziyade Ortadoğu'nın bir projesi olarak görmekte ve bu yüzden milli çıkarlar bakımından İngiltere'nin daha ön planda olmasını istemekte. Bu yüzden İngiltere Türkiye'yi NATO yerine İngilizlerin denetimindeki bir Orta Doğu savunma sistemi içersine dahil etme niyetindeler. Türkiye olası bir sistem içerisinde girmek için ön koşul olarak NATO üyeliği istemekteydi. 1950'de patlak veren Kore Savaşı sırasında Türkiye ve Yunanistan'on stratejik durumu tekrar tartışma konusu olarak ABD hükümetinde yer buldu. Dönemin hükümeti- ki artık DP hükümeti baştadır ve liberal izlenimi ile ABD'ye oldukça yakın bir hükümettir.- NATO üyeliği elde edebilmek ve batıya bağlılık göstermek adına Kore'ye asker yollama fikrini ortaya atmıştır.

Türkiye'nin NATO üyeliğine karşı çıkan ülke olarak İngiltere'yi görmekteyiz. O sıralarda Orta Doğu için bir komutanlık görevi vermek istemekte. 1952'de Türkiye NATO'ya üye oluyor. Türkiye'nin stratejik önemini ve bu bağlamdaki dış politika taktiklerini bir kez daha yorumlarsak Sovyetlerin Orta Doğu ve Akdeniz'i ve dolayısı ile Batılı devletlerin buralardaki çıkarlarını tehdit etmesi, ve yine komünizm tehlikesinin 1949'da Yunanistan'da oldukça hissedilmesi ve bu tehlikenin daha güneye kadar inme endişesi. Türkiye'nin Rusya'ya karşı daha doğrusu komünizme karşı bir tampon bölge olarak kullanılması ve desteklenmesi söz konusudur. Türkiye ise bu tehlikeden çok Rusya'nın sıcak denizler fantezisi için gerekli olan Boğazlar sorunsalı ve Doğu sınırının olası tehdidine karşı sırtını yaslayacak bir müttefik arayışı içerisindedir.

3 Nisan 2010 Cumartesi

Türk Dış Politikası Ders Notu- 2. Dünya Savaşı'nda Türkiye Genel Görünüm

* Türkiye'nin 2. Dünya Savaşı'ndaki poltikası tarafsızlıktan(neutrality) çok, savaş dışı kalma(non-belligerent) şekilnde olmuştur(Oran, 393). Diğer yandan Hale bu durumu "aktif tarafsızlık" olarak nitelendirmektedir.

* Türkiye savaşın gidişatı ile kısa dönemli karşılıklı antlaşmalarda bulunduysa da müttefikler tarafındaki yerini sağlamlaştırmaya çalışmıştır.

* Türkiye Alman-Sovyet, İngiliz-Amerika arasındaki anlaşmazlıkları ve jeopolitik durumu ile tehditler karşısındaki zayıflığını iyi kullanarak, savaşa girmeyi uzun bir süre ertelemiştir.

* Türkiye iç politika ve özellikle kaynaklarını pazarlama noktasında tarafsız bir politika izleyeme çalışarak ülkelerin tepkisini en az düzeyde hissetmeye uğraşmıştır. ( Almanya ve İngiltere ile aramızdaki krom ticareti)

* Türk hükümeti içerisinde bu ülkelere olan yakınlaşmaları incelersek; İnönü ve Saracoğlu İngiliz, Dışişleri bakanı Menemencioğlu ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak Alman sempatizanı olarak belirmektedir. Almanların gerilemesi sürecinde Çakmak'ın görevden alınması ve Almanların güçlü olduğu dönemdeki Menemencioğlu istifası duruma netlik kazandırabilir. (Oran, 396)

Türkiye'nin 2. Dünya Savaşı sırasındaki tutumu şüphe yok ki, ülkeyi savaş dışında tutmak için yapılması gereken her şeyin uygulanması yönünde olmuştur ve savaş sonrası iki kutuplu dünya sisteminde Türkiye'nin yeri bu savaş ile beraber az çok şeklini almıştır. Türkiye'nin Olası bir Sovyet tehdidine karşı ABD ve diğer batılı devletlere yanaşması ve bu süreçteki karşımıza çıkacak zorluklar şüphesiz ki, savaştaki oyalama taktiklerinin bir sonucu olmuştur.

2 Nisan 2010 Cuma

Türk Dış Politikası Ders Notu- 2. Dünya Savaşı'nda Türkiye

Türkiye'nin 2. Dünya Savaşı sırasında uyguladığı dış politika "aktif tarafsızlık" olarak yer almaktadır. Kurşun sıkmadan bütün bir Avrupa'yı kasıp kavuran 6 yıllık bu dünya savaşından kazasız çıkmasını bilmiştir. Şüphesiz bu süreçte Türkiye'nin coğrafi konumu, liderlerinin becerisi ve şans büyük faktörler içerisindedir.

Türkiye'nin savaş sırasında dış politikasını incelemeden önce 6 yıllık süreç içerisinde ortaya çıkan ve Türkiye'nin stratejilerini belirlemesinde hayati önemi olan kırılma noktalarını belirlemek gerekmektedir. Bu konuda Baskın Oran kitabında kırılma noktaları ile ilgili açıklamaları faydalıdır.

1- 2. Dünya Savaşı başlarında Ekim 1939'da Fransa ve İngiltere ile yapılan antlaşma sonrası, Fransa'nın Almanya karşısında tutunamaması - Haziran 1940'da Fransa düşmüştür- ve İtaya'nın savaşa dahil olması Türkiye'yi zor durumda bırakmıştır. Zira Akdeniz'e tam anlamı ile inecek bir savaş Türkiye'yi savaşa sokacaktı, lakin Fransa'nın düşmesi Türkiye'nin Fransa ve İngiltere yanında savaşa girmesi durumunu bir hayli rafa kaldırdı. Fransa'nın savaştan çekilmesi olası bir savaşma yükümlülüğünü Türkiye adına kaldırıyordu.1940 sonrası dış politikada Almanya ile ilişkilerin başladığı görülmektedir. Fransa'nın düşmesi, İtalya'nın Akdeniz'de rahat hareket etmesi, Alman ve Rusya yakınaşması Türkiye'yi Almanya ile işbirliğine zorlamaktaydı.

Haziran 1941'de Almanya'nın Sovyet Rusya'ya saldırmasına kadar olan süreçte Türkiye'nin Almanya ile Rusya arasında kalmaktan korktuğu aşikardır. Polonya'nın düştüğü duruma benzer bir durum ile karşılaşmak çok olasıdır. Bu süreç içerisinde İngilizlerin de Türkiye'nin savaşa girmesinin kendileri için yarardan çok zarar olacağı ifade edilmektedir.(Hale, 80)

2- Nazi- Sovyet yakınlaşması ve Rusya'nın boğazlar üzerindeki emelleri Türkiye'yi Almanya'ya yakınlaştırmaktadır. Almanya'nın balkanlardaki ilerleyişi ve Bulgaristan işgali Türkiye'nin ne şekilde hareket etmek zorunda olduğunu ortaya koymaktadır da. Almanya'nın Rusya ile özellikle Bulgaristan konusundaki anlaşmazlıkları Hitlerin Barbarossa Harekatını başlatmasına ve Rusya'ya savaş ilan etmesi sonunda Türkiye rahat bir nefes almıştır. Bunu ilerleyen süreçte Türkiye Sovyet Rusya ve Hitler Almanya'sı ile ayrı ayrı tarafsızlık antlaşmaları sağlamış ve yerini sağlamlaştırmıştır. Almanya'nın Sovyet ilerleyişinin durmasına kadar ilerleyen süreçte, Türkiye'nin aklını kurcalayan iki olasılık Rusya-Almanya arasındaki savaş sonucunun muammasıdır. Zira "Sovyetler Birliğinin kazanacak olursa, büyük ihtimalle Avrupa'daki tek büyük güç olacak ve boğazlarda istediklerini yaptırabilecekti. Diğer yandan Rusya'nın çökmesi ya da teslim olması durumunda, Hitler'in bir sonraki kurbanı Türkiye olabilirdi"(Hale,86). Türkiye'nin konumu Almanya'nın Ortadoğu emelleri için önem teşkil etmekteydi. Yine 1943 yılına kadar ki süreçte Türkiye- Almanya arasında özellikle kroma dayalı bir ticaret antlaşması yapılmış ve karşılıklı iyi niyet gösterimlerinde bulunulmuştur.

3- Şubat 1943'te Stalingrad direnişi ve savaşın Almanya aleyhine dönen gidişatı Türkiye'yi tekrar müttefikler ile derin ilişkilere yelken açmasına neden olmuştur. Türkiye'nin bu süreç içerisinde müttefikler yanında savaşa girmesini geciktirecek olay yine Rusya ve Almanya arasındaki çekişmedir. Diğer yandan "Türkiye savaşa girmemek için; gerek iki taraf arasındaki, gerekse her iki tarafın kendi içindeki çelişkilerden yararlandığı gibi, bizzar kendi zayıflığının yarattığı çelişkileri de sonuna kadar kullandı"(Oran,394). Türkiye'nin savaşa dahil olmamak için ileri sürdüğü başlıca mazaretin Rusya ya da Almanya'ya açılacak bir savaş için gerekli altyapının yetersiz olmasıdır. Müttefiklerle yapılan her görüşmede bu bahane ileri sürülmekte ve zaman kazanılmaya çalışılmaktadır. Türkiye savaşın gidişatının az çok belli olduğu dönemde artık müttefiklerin baskılarına daha fazla dayanamamış ve göstermelik bir savaş ilanında bulunmuştur. Türkiye'nin 1939-1945 yılları arasındaki dış politika taktiklerini bir sonraki yazıda belirteceğim. Kısa bir özet yapmak istersek bu yazı genel bir fikir edinmek için yeterli olacaktır düşüncesindeyim.




KAYNAKCA

Willian Hale.Türk Dış Politikası.Sanat ve Arkeoloji Yayınları.2003
Baskın Oran.Türk Dış Politikası.İletişim Yayınları.2009